Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
YABAN KUĞULARI
Uzaklarda, çok uzaklarda, hani bizim buralara kış gelirken kırlangıçların
göç ettikleri ülkelerde, on bir oğlu ve Elise adlı bir kızı olan bir kral
yaşarmış. On bir erkek kardeş, yani prensler, okula göğüslerinde nişanları
ve bellerinde kılıçlarıyla giderlermiş. Altın tahtalara elmas kalemlerle
yazı yazarlar, her şeyi güzelce öğrenir ezberlerlermiş. insan onları
dinlerken, prens olduklarını hemen anlarmış. Kız kardeşleri Elise ise,
aynadan yapılmış küçük bir iskemlede otururmuş, onun da, bütün krallığın
yarısına bedel, resimli bir kitabı varmış.
Çocuklar mutluluk içinde yaşayıp gidiyorlarmış, ama ne yazık ki, bu hep
böyle sürüp gitmemiş.
Ülkenin kralı olan babaları, zavallı çocukları hiç sevmeyen, kötü kalpli
bir kraliçeyle evlenmiş. Çocuklar üvey annelerinin kendilerini sevmediğini
daha ilk günden anlamışlar. Günlerden bir gün Sarayda büyük bir şenlik
verilmiş. Fakat çocuklar ortaya getirilen pastalardan, elmalı keklerden
her zamanki gibi dilediklerince yiyememişler, kraliçe onlara pasta
niyetine sadece bir fincan kum vermiş ve oynamalarını söylemiş.
Sonraki hafta küçük Elise’yi köydeki bir çiftçi ailesinin yanına yollamış;
çok geçmemiş, kralın kafasına zavallı prensler hakkında öyle kötü şeyler
sokmuş, onları öyle kötülemiş ki, kral artık oğullarıyla da hiç ilgilenmez
olmuş.
Prenslere, “Uçun gidin uzaklara, başınızın çaresine bakın!” demiş hain
kraliçe. “Ötmeyen, sesi çıkmayan kocaman kuşlar olun, çekin gidin
buradan.” Ama yapmak istediği kötülükte dilediği kadar başarılı olamamış:
Prensler on bir tane güzel yaban kuğusu olmuşlar. Acayip çığlıklar atarak
sarayın pencerelerinden dışarı uçup parkın üzerinden geçerek doğruca
ormana gitmişler.
Sabahın erken saatlerinde, kız kardeşlerinin yaşadığı çiftçi evine
varmışlar, kızcağız henüz uyuyormuş. Kuğular damın üstünde uçmuşlar, uzun
boyunlarını uzatarak kanat çırpmışlar, ama onları kimse görmemiş,
seslerini de kimse duymamış. Onlar da ne yapsınlar, yollarına devam
etmişler. Bulutların yanına çıkıp uzak diyarlara, deniz kıyısına kadar
uzanan, büyük, karanlık bir ormana varana kadar uçmuşlar.
Zavallı küçük Elise, çiftçinin odasında oturmuş, yeşil bir yaprakla
oynuyormuş, çünkü başka bir oyuncağı yokmuş. Yaprağın ortasına bir delik
açmış, delikten güneşe bakıyormuş; ağabeylerinin pırıl pırıl gözlerini
görür gibi oluyor, güneş yanaklarında parladıkça, onların öpücüklerini
hatırlıyormuş.
Günler birbirini kovalıyormuş. Rüzgâr evin önündeki iri gül fidanlarının
arasında eserken, güllere fısıldıyormuş: “Kim sizden daha güzel olabilir?”
Ama güller başlarını iki yana sallayıp, “Elise bizden daha güzel!”
diyorlarmış. Pazar günleri çiftçinin yaşlı karısı kapının önünde oturup
dua kitabını okurken rüzgâr sayfaları çeviriyor: “Kim senden daha inançlı,
daha temiz kalpli olabilir?” diyormuş. Dua kitabı, “Elise elbette!”
diyormuş. Güllerin ve dua kitabının sözleri, gerçeğin ta kendisini
yansıtıyormuş.
Elise on beşine girince eve dönmesi gerekmiş. Ama kraliçe Elise’nin ne
kadar güzelleştiğini görünce, yüreği kızcağıza karşı nefret ve
kıskançlıkla dolmuş. Aslında Elise’yi de ağabeyleri gibi yaban kuğusuna
çevirecekmiş, ama buna fırsat bulamamış, çünkü kral kızını görmek istemiş.
Sabah erkenden kraliçe, yumuşacık minderler ve yastıklarla, güzel
halılarla donatılmış mermer hamama gitmiş, üç kurbağa almış, onları öpmüş
ve içlerinden birine demiş ki: “Elise hamama geldiği zaman onun başına
otur ki, senin gibi tembel, miskin olsun!” Diğerine ise, “Sen de alnının
üzerine otur ki, senin gibi çirkin olsun, babası tanımasın onu!”
Üçüncüsüne de, “Sen de kalbinin üzerine otur ki,” diye fısıldamış, “senin
gibi kötü kalpli olsun, azap çeksin!” Bunları söyledikten sonra
kurbağaları berrak suya salmış, salar salmaz su yemyeşil kesilmiş. Kraliçe
Elise’yi çağırmış, elbiselerini çıkarmış ve onu suya sokmuş. Elise suya
dalınca, kurbağalardan biri saçlarına, biri alnına, biri de göğsüne
oturmuş, ama o bunu fark etmemiş bile. Başını sudan çıkarınca, bakmış ki
suyun üzerinde üç tane kırmızı gelincik çiçeği yüzüyor… Çünkü kurbağalar
Elise’nin başına ve göğsüne dokundukları için çiçeğe dönüşmüşler. Elise
öyle inançlı ve masummuş ki, büyülerin ona zararı dokunamıyormuş.
Kötü kalpli kraliçe bunu görünce Elise’yi, teni kahverengiye dönene kadar
ceviz yağıyla ovmuş, o güzel yüzüne pis kokulu bir merhem sürmüş, güzelim
saçlarını karmakarışık etmiş. Tatlı Elise’yi tanımak artık imkânsızmış
Babası Elise’yi bu halde görünce dehşete kapılmış ve onun kendi kızı
olamayacağına karar vermiş. Sarayın köpeğinden ve kırlangıçlardan başka
kimse Elise’yi istemiyormuş, ama onlar da konuşamayan, bir şey
söyleyemeyen zavallı hayvanlarmış işte…
Elise ağlıyor, uzaklara gitmiş olan on bir ağabeyini düşünüyormuş hep. Bir
gün üzüntü içinde, saraydan gizlice çıkmış. Bütün gün yürüyerek kırları ve
bataklığı geçip büyük ormana varmış. Nereye gideceğini bilmiyor ve büyük
bir keder içinde, kendisi gibi kovulduklarından emin olduğu ağabeylerinin
özlemini çekiyormuş. Artık tek umudu onları bulmakmış.
Akşam olup da karanlık bastırdığında Elise yolunu kaybetmiş. Yumuşak
yosunların üzerine uzanıp dua etmiş ve başını bir ağaç kütüğüne dayamış.
Her yer sessizmiş.Otların ve yosunların üzerinde, yeşil bir ateş gibi
yüzlerce ateş böceği yanıp sönüyormuş. Eliyle dallardan birine hafifçe
dokunsa, ışıl ışıl parlayan böcekler, yıldız yağmuru gibi üzerine
dökülüyormuş.
Bütün gece rüyasında ağabeylerini görmüş; çocukluklarındaki gibi oyunlar
oynuyor, altın tahtalara elmas kalemlerle yazı yazıyor, krallığın yarısına
bedel, güzel resimli kitaba bakıyorlarmış. Ama tahtalara eskisi gibi
rakamlar yazıp çizgiler çizmiyor, yaptıkları cesurca işleri, başlarından
geçenleri, neler gördüklerini yazıyorlarmış. Resimli kitaptaki her şey
canlıymış, kuşlar ötüyor, insanlar kitaptan dışarı çıkıyor, Elise ve
ağabeyleriyle konuşuyorlarmış. Ama Elise sayfayı çevirirken, resimlerde
karışıklık olmasın diye, hemen yerlerine dönüyorlarmış.
Elise uyandığında, güneş çoktan doğmuş, güneş ışınları kıpır kıpır altın
çiçekler gibi oynaşıp duruyorlarmış. Mis gibi bir koku yemyeşil ormana
yayılmış. Kuşlar Elise’nin omuzlarına konacak kadar yakına geliyorlarmış.
Elise, su sesleri duyuyormuş, bunlar gürül gürül akan ve dibi incecik
kumla kaplı bir göle dökülen pınarların sesleriymiş. Gölün etrafı sık
çalılarla sarılıymış ama, geyikler çalıların arasında koca bir geçit
açmışlar ve Elise bu geçitten geçip göl kıyısına varmış. Su öyle berrakmış
ki, rüzgâr dalları ve çalıları kıpırdatmasa, Elise onları dibe çizilmiş
bir resim sanacakmış neredeyse, her bir yaprak öylesine net yansıyormuş
suda.
Elise kendi yüzünü suda görünce çok korkmuş. Kapkara ve çok çirkin
görünüyormuş. Ama küçük elini ıslatıp da gözlerini ve alnını ovuşturunca,
bembeyaz teni yine çıkmış ortaya. Bunun üzerine elbiselerini çıkarıp
tertemiz suya girmiş Elise. Temizlenip yıkanmış. Ondan daha güzel bir
prenses bulunmazmış artık dünyada.
Giyinip uzun saçlarını da ördükten sonra, pınara gitmiş, avuç avuç su
içmiş ve nereye gittiğini kendisi de bilmeden, ormanın derinliklerine
doğru yürümeye başlamış. Ağabeylerini ve kendisini yüzüstü
bırakmayacağından emin olduğu Tanrı’yı düşünüyormuş hep... Ve yabani meyve
ağaçlarını yetiştiren sevgili Tanrı, Elise’ye meyvelerinin ağırlığı
yüzünden dallarını yere eğmiş bir ağaç göstermiş. Elise karnını bu ağacın
meyveleriyle doyurmuş, sonra dalların altına, kırılmasınlar diye destekler
koymuş ve ormanın en ıssız, en karanlık yerine doğru ilerlemiş. Etraf öyle
sessizmiş ki, Elise kendi ayak seslerini bile duyuyor, ayakları altında
ezilen her küçük kuru yaprağın hışırtısını işitiyormuş. Ne bir kuş varmış
görünürde, ne de kalın ağaçların sık dalları arasından sızan bir gün
ışığı. Ağaçların yüksek gövdeleri birbirine öyle yakınmış ki, Elise
ileriye doğru baktığında, sık parmaklıklarla çevrili olduğu hissine
kapılıyormuş. Daha önce hiç görmediği kadar ıssız bir yermiş burası.
Gece de çok karanlık olmuş. Yosunların üzerinde tek bir ateşböceği bile
parlamıyormuş. Elise uyumak için yere uzanmış. Tam o sırada, başının
üzerindeki dallar aralanmış da, sevgili Tanrı şefkatli gözlerle ona
bakıyormuş gibi bir duyguya kapılmış; sanki küçük küçük melekler de,
Tanrı’nın başının üzerinden ve kollarının altından onu izliyor
gibiymişler.
Sabahleyin uyandığında, bu gördüğü şeyin rüya mı gerçek mi olduğunu
bilememiş Elise.
Henüz birkaç adım atmış, atmamış, elindeki sepette böğürtlenler olan yaşlı
bir kadına rastlamış. Kadın ona böğürtlen ikram etmiş. Elise ona, ormandan
on bir atlı prensin geçip geçmediğini sormuş.
“Hayır prens görmedim,” demiş yaşlı kadın, “ama dün, başlarında altın
taçlarıyla ırmaktan aşağı doğru yüzen on bir kuğu gördüm.”
Elise’yi alıp biraz ilerdeki yamacın altında kıvrılarak akan ırmağa
götürmüş. Irmağın iki yakasındaki ağaçlar, gür yapraklı dallarını
karşılıklı uzatmışlar, boylarının yetişmediği yerde de köklerini topraktan
çekip ileri uzanarak birbirlerine kenetlenmişlermiş.
Elise kadına veda edip, ırmağın denize aktığı yere kadar yürümüş.
Şimdi genç kızın önünde engin, muhteşem bir deniz uzanıyormuş. Ama ne,
binip yoluna devam edebileceği bir yelkenli varmış görünürlerde, ne de bir
tekne… Kumsaldaki sayısız küçük taşlara bakmış; deniz hepsini yusyuvarlak,
sanki cilalı gibi bir şekle sokmuş. Cam, demir, taş, dalgaların alıp
getirdiği ne varsa her şey, Elise’nin ellerinden bile yumuşak olan suların
verdiği şekle girmişler. Elise kendi kendine “Yılmadan, usanmadan
yuvarlanıp duruyor su, sert şeyleri düzeltiyor, düzleştiriyor. Ben de
böyle kararlı ve yılmaz olacağım! Kıvrak dalgalar, berrak sular, bunu bana
öğrettiğiniz için teşekkür ederim size! İçimden bir ses, bir gün beni
ağabeylerime kavuşturacağınızı söylüyor!” demiş.
Dalgaların sürükleyip getirdiği yosunların üzerinde, on bir tane beyaz
kuğu tüyü varmış; Elise bunları toplayıp bir demet yapmış. Tüylerin
üzerinde su damlaları varmış. Bunlar çiy taneleri mi, yoksa gözyaşları mı
bilinmez! Kumsal ıssızmış ama Elise bunu hissetmiyormuş, çünkü deniz ona
sonsuz manzaralar sunuyormuş. Büyük siyah bir bulut belirdiğinde, deniz
sanki şöyle diyormuş: “Karanlık da görünebilirim ben!” Sonra tekrar rüzgâr
esiyor, dalgalar tekrar kabarıyor, köpükten giysilere bürünüyorlarmış. Ama
bulutlar kıpkırmızı kesilip rüzgâr da dinince, deniz bu kez bir gül
yaprağına benziyormuş; kimi zaman yeşil görünüyormuş, kimi zaman beyaz,
ama ne kadar durgun olursa olsun, kıyıda yine kıpır kıpırmış; sular,
uyuyan bir çocuğun göğsü gibi hafifçe inip kalkıyormuş.
Güneş batmak üzereyken Elise, on bir yaban kuğusunun başlarında altın
taçlarıyla karaya doğru uçtuklarını görmüş; havada peş peşe süzülüyor,
uzun beyaz bir kurdeleye benziyorlarmış. Elise hemen yamaca çıkmış ve bir
çalının arkasına saklanmış. Kuğular onun hemen yakınında bir yere
konmuşlar ve uzun, beyaz kanatlarını çırpmışlar.
Güneş sulara gömülünce, birden kuğuların tüyleri dökülmüş ve on bir
yakışıklı prens, Elise’nin ağabeyleri çıkıvermişler ortaya. Bir çığlık
atmış Elise, çok değişmiş olmalarına rağmen, onların ağabeyleri olduğunu
anlamış, öyle olması gerektiğini hissetmiş çünkü. Kollarına atılmış,
adlarını söylemiş çığlık çığlığa. Büyüyüp güzelleşmiş küçük kız
kardeşlerini görüp tanıyınca, onlar da çok sevinmişler. Karşılıklı
gülüşmüşler, ağlaşmışlar, kötü kalpli üvey annelerinin onlara neler
yaptığından söz etmişler.
“Biz, ağabeylerin,” demiş prenslerden en büyüğü, “güneş gökyüzünde olduğu
sürece yaban kuğularıyız; battığında tekrar insan kılığına giriyoruz. Onun
için, güneş batacağı sırada ayaklarımızı sağlam bir yere basmak en büyük
derdimiz, çünkü bulutların arasında uçarken insan olursak, denizin
derinliklerine düşeriz. Biz burada yaşamıyoruz; denizin öte yakasında,
burası gibi güzel bir yer var, orada yaşıyoruz; fakat çok uzakta, koca
denizi aşmak zorundayız ve yolumuzun üzerinde, geceyi geçirebileceğimiz
herhangi bir ada yok. Sadece, denizin ortasında, ıssız, küçük bir kayalık
var. Yan yana sıkışarak yatabileceğimiz kadar yer var gerçi. Deniz çok
dalgalıysa, sular üzerimizden aşıyor, ama yine de böyle bir yer bulduğumuz
için Tanrı’ya şükrediyoruz. İnsan kılığına girince orada geceliyoruz. Eğer
o kayalık olmasaydı, sevgili vatanımızı bir daha asla göremezdik, çünkü
buraya gelebilmek için, senenin en uzun iki gününü yakalamak zorundayız.
Vatanımızı görebilmek için yılda yalnız bir kez iznimiz var. On bir gün
burada kalıyoruz, doğduğumuz, babamızın yaşadığı sarayı, annemizin gömülü
olduğu kilisenin yüksek kulesini görebilmek için o koca ormanı aşıyoruz.
Buradaki ağaçlar ve çalılıklar bizim akrabalarımız sanki. Buradaki geniş
düzlüklerde, çocukluğumuzda gördüğümüz gibi, yaban atları koşturuyor;
kömürcüler, çocukluğumuzda dans ettiğimiz eski şarkıları söylüyorlar.
Burası bizim vatanımız, yüreğimiz bizi buraya sürüklüyor, seni de burada
bulduk işte sevgili kız kardeşimiz. Burada iki gün daha kalabiliriz ancak,
ondan sonra denizi aşıp o güzel topraklara gitmemiz gerekiyor. Şimdi tek
derdimiz, seni yanımıza nasıl alabileceğimiz… Ne gemimiz var, ne
kayığımız.”
“Sizi bu büyüden kurtarmak için ne yapabilirim?” diye sormuş kız
kardeşleri.
Neredeyse bütün gece söyleşmişler, dertleşmişler, sadece birkaç saat
uyumuşlar.
Elise başının üzerinde çırpınan kuğu kanatlarının sesine uyanmış.
Ağabeyleri yine kılık değiştirmiş, gökyüzünde daireler çizerek
uçuyorlarmış. Sonunda gözden kaybolup gitmişler, ama bir tanesi, yani en
küçükleri gitmemiş. Kuğu başını Elise’nin kucağına koymuş, Elise de onun
kanatlarını okşamış; bütün günü birlikte geçirmişler. Akşama doğru öteki
kuğular da dönüp gelmişler ve güneş batınca tekrar insan kılığına
girmişler.
“Biz yarın sabah buradan gidiyoruz ve bir yıl geçmeden geri dönemeyiz, ama
seni de burada böyle bırakamayız!” demiş biri. “Bizimle gelecek cesaretin
var mı? Kollarım seni ormandan geçirecek kadar güçlüdür, kanatlarımızın
gücünü birleştirirsek denizin üzerinden uçurabiliriz seni?” demiş
diğerleri.
“Evet, beni de alın!” demiş Elise.
Bütün geceyi yumuşak söğüt kabukları ve sert sazlardan, sağlam bir hasır
örerek geçirmişler; Elise hasırın üzerine uzanmış ve güneş doğup da
ağabeyleri tekrar yabani kuğu kılığına girince, sevgili kız kardeşlerinin
tatlı tatlı tatlı uyumakta olduğu hasırı gagalarıyla tutup havalanmışlar,
bulutlara doğru uçmuşlar. Güneş ışınları Elise’nin yüzüne düşüyormuş, bu
yüzden kuğulardan biri kardeşinin başının üzerinde uçarak, geniş
kanatlarıyla ona gölge sağlıyormuş.
Elise uyandığında karadan çok uzaktalarmış. Denizin üzerinde, havada
taşınıyor olması öyle inanılmaz gelmiş ki Elise’ye, hâlâ rüyada olduğunu
sanmış. Hemen yanında olgunlaşmış güzelim meyveleriyle bir böğürtlen dalı
ve bir yığın da lezzetli bitki kökü duruyormuş. Bunları en küçük ağabeyi
onun için toplayıp oraya koymuş; başının üzerinde uçup kanatlarıyla
kendisine gölge yapan ağabeyine minnettarlıkla gülümsemiş Elise.
O kadar yükseklerde uçuyorlarmış ki, altlarında gördükleri ilk gemi,
denizin üzerinde yüzen bir martı gibi gelmiş onlara. Arkalarında, üst üste
kümelenmiş dağ gibi bir bulut varmış ve Elise onun üzerine kendisinin ve
heybetle uçan on bir kuğunun gölgelerinin vurduğunu görüyormuş. Şimdiye
kadar gördüğü her şeyden daha muhteşem bir manzaraymış bu. Ama güneş
yükselip bulut arkalarında kalınca, gökyüzünde süzülen bu hayal silinip
gitmiş.
Gün boyu havada vınlayarak giden bir ok gibi uçmuşlar. Ama bu kez kuğular,
kız kardeşlerini taşıdıkları için her zamankinden daha ağır
ilerliyorlarmış. O sırada hava bozmaya başlamış, üstelik de akşam olmak
üzereymiş. Elise, güneşin her an biraz daha alçalışını endişeyle
izliyormuş, ama denizdeki o ıssız kayalık hâlâ görünürde yokmuş. Kuğular
kanatlarını şimdi daha güçlü çırpıyorlar gibi gelmiş ona. “Ah,” diye
düşünmüş, “benim yüzümden yeterince hızlı uçamıyorlar. Güneş batar batmaz
insan kılığına dönmek zorunda oldukları için denize düşüp boğulacağız!”
Elise tüm kalbiyle sevgili Tanrı’ya dualar ediyor, fakat hâlâ o kayalığı
göremiyormuş. Kara bir bulut adım adım yaklaşıyor, güçlü rüzgârlar bir
fırtınanın çıkacağı haberini veriyorlarmış. Bulutlar kocaman, ürkütücü bir
kütle halinde toplaşmışlar, kurşun gibi ileri atılıyorlarmış. Şimşekler
peş peşe çakıyormuş.
Sonunda güneş denizin üzerine inmiş. Elise’nin kalbi güm güm atıyormuş. O
sırada kuğular öyle hızla alçalmışlar ki, Elise düştüklerini sanmış. Ama
hayır, eskisi gibi uçuyorlarmış işte. Güneş yarı yarıya denizin üzerinde
kaybolmaya başladığında, Elise tam altlarındaki kayalığı fark etmiş.
Kayalık, kafasını sudan çıkarmış bir fok balığı büyüklüğündeymiş ancak.
Güneş artık hızla batıyormuş; son ışıkları suyun üzerinde incecik bir
çizgi halinde parıldarken, Elise ve kardeşleri, ayaklarının kayalığa
değdiğini hissetmişler. Güneş, yanmış bir kâğıttaki son ışıltı gibi sönüp
gitmiş. Elise ağabeylerinin dip dibe iyice sıkıştıklarını görmüş, ama yine
de kıpırdayacak yer yokmuş kayalığın üzerinde. Dalgalar kayalığı dövüyor,
sağanak gibi üzerlerine boşalıyormuş. Gökyüzü alev almış gibi parlıyor,
gök gürültüleri birbirini izliyormuş. Elise ile ağabeyleri el ele
tutuşarak bir ilahi okumaya başlayınca, cesaretlerini toplayıp teselli
bulmuşlar.
Şafak sökerken hava da durulmuş. Güneş yükselir yükselmez, kuğular
Elise’yi de alıp adadan havalanmışlar. Deniz hâlâ dalgalıymış; öyle ki,
Elise ile kuğular yükseldiklerinde, aşağıda, koyu yeşil denizin üzerindeki
beyaz köpükler, sularda yüzen milyonlarca kuğu gibi görünüyormuş onlara.
Güneş daha da yükselince, Elise ileride, kayalıklarında parıldayan buz
kütleleriyle, sanki havada yüzer gibi görünen dağlık bir yer fark etmiş.
Tam ortada, muhteşem sütunlarıyla neredeyse bir kilometre kadar uzayıp
giden koca bir şato varmış. Gerilerde ise, palmiye ormanları ile muazzam
büyüklükte, şahane çiçekler görülüyormuş. Elise buraya gelmek için mi bu
yolculuğa çıktıklarını sormuş kuğulara, ama kuğular başlarını iki yana
sallayarak, ‘hayır’ demişler, çünkü Elise’nin gördüğü aslında, bulutlardan
oluşan, görünüp görünüp kaybolan bir hayal-şatoymuş. Oraya hiçbir insan
gidemezmiş. Elise gözlerini açıp hiç kırpmadan iyice bakmış oraya. O anda
dağlar, ormanlar ve saray bir anda yıkılıp yok olmuş, yerlerinde, yüksek
kuleleri ve sivri kemerleriyle, birbirine benzer yirmi muazzam kilise
belirmiş. Elise org sesleri işittiğini sanmış, ama hayır, duyduğu yalnızca
denizin sesiymiş. Tam oraya yaklaştıklarında, kiliseler, yelken açmış
giden bir filoya dönüşüvermiş. Elise dikkatle bakmış: Gördüğü, denizin
üzerinde süzülüp giden sismiş yalnızca. Gözlerinin önünde sonsuz bir
değişim gerçekleşiyormuş; sonunda gerçek bir toprak parçasını, inecekleri
yeri fark etmiş. Karşısında, sedir ağaçlarıyla, kentleriyle ve
şatolarıyla, inanılmaz güzellikte mavi dağlar yükseliyormuş. Zarif yeşil
sarmaşıklarla kaplı büyük bir mağaranın önündeki kayanın üzerinde, güneş
batmadan önce uzun süre oturmuş Elise.
“Bakalım bu gece burada ne rüya göreceksin!” demiş en küçük ağabeyi ve ona
yatacağı yeri göstermiş.
“Sizi büyüden nasıl kurtaracağımı görsem keşke!” diye cevap vermiş Elise.
Aklı fikri bu konudaymış çünkü. Bütün kalbiyle Tanrı’ya dua etmeyi
uykusunda da sürdürmüş. Birden kendini, bulutlardan oluşan o hayal-şatoda
bulmuş ve çok güzel, çok alımlı bir peri karşılamış onu. Ve bu peri tıpkı,
Elise’ye ormanda böğürtlen veren ve ona altın taçlı kuğulardan söz eden
yaşlı kadına benziyormuş.
“Ağabeylerin kurtulabilir!” demiş peri. “Eğer bunun için gereken cesarete
ve sabra sahipsen! Deniz senin ellerinden daha yumuşaktır ve en sert
taşları bile istediği biçime sokar, ama deniz bunu yaparken, senin
parmaklarının duyacağı acıyı duymaz; onun kalbi de yoktur, senin
hissedeceğin korkuları ve ıstırapları hissetmez. Şu elimdeki ısırgan otunu
görüyor musun? Uyuduğun mağaranın çevresinde bunlardan çok vardır. Ama
yalnız bu, bir de mezarlıkta yetişenler işe yarar. Ellerini yaksa bile,
bunlardan toplayacaksın. Ayaklarınla ısırganları çiğneyerek keten kumaş
haline getireceksin ve bu kumaştan uzun kollu on bir tane gömlek
yapacaksın. Kuğuların üzerine bu gömlekleri atarsan büyü bozulur. Fakat
unutma ki, bu işe başlayıp da bitirene kadar, aradan yıllar geçse bile tek
kelime konuşmayacaksın. Dudaklarından çıkacak ilk kelime ağabeylerinin
kalbine bir hançer gibi saplanır yoksa; onların yaşamı senin diline bağlı.
Bunu aklından çıkarma!”
O anda, ısırganı Elise’nin eline dokundurmuş; yakıcı ateşe benzeyen
ısırganın acısı, prensesi hemen uyandırmış.
Pırıl pırıl, güneşli bir günmüş, Elise’nin yattığı yerin yanında, tıpkı
rüyasında gördüğüne benzer bir ısırgan duruyormuş. Kızcağız hemen diz
çöküp Tanrı’ya şükretmiş ve işine koyulmak için mağaradan çıkmış.
Narin ellerini, ateş gibi yakan sevimsiz ısırganların arasına sokmuş.
Elleri kolları yanmış, kabarmış, ama o, ağabeylerini ancak böyle
kurtarabileceğini bildiğinden, bu acılara severek katlanmış. Her bir
ısırganı çıplak ayaklarıyla çiğneyip ezmiş, liflerinden yeşil keten örmüş.
Gün batarken ağabeyleri dönüp gelmişler ve onu böyle dilsiz bulunca çok
korkmuşlar. Önce bunun, kötü kalpli üvey annelerinin yeni bir büyüsü
olduğunu düşünmüşler, ama ellerini görünce onun bunu kendileri için
yaptığını anlamışlar. En küçük ağabeyi ağlamaya başlamış, Elise onun
gözyaşlarının değdiği yerlerde acı hissetmez olmuş, yanan kabarcıklar
iyileşip kaybolmuş.
Bütün geceyi işiyle uğraşarak geçirmiş Elise, çünkü sevgili ağabeylerini
kurtarana kadar rahat-huzur yokmuş ona. Ertesi gün kuğular uçup gidince
yalnız kalmış, ama vakit yine de her zamankinden çabuk geçmiş. Bir gömleği
bitirip, ikincisine bile başlamış.
Derken dağların arasında av borularının sesi yankılanmış. Elise çok
korkmuş, sesler git gide yaklaşıyormuş; ardından köpek havlamaları da
duyulmaya başlamış. Kızcağız korku içinde mağaraya girmiş, topladığı
ısırganları bağlayıp bir demet yapmış ve üzerine oturmuş.
Birden çalıların arasından koca bir köpek fırlamış, arkasından bir daha,
arkasından bir tane daha… Birkaç dakika sonra da bütün avcılar mağaranın
kapısında toplanmış. Aralarında en yakışıklısı olan ve Elise’nin yanına
gelen de, tabii ki ülkenin kralıymış. Hayatında gördüğü en güzel kızmış
karşısındaki.
“Sen buraya nereden geldin meleğim?” demiş kral Elise’ye. Elise konuşması
imkânsız olduğu için başını iki yana sallamış. Kral çektiği acıları
görmesin diye de, ellerini önlüğünün altına saklamış.
“Gel benimle!” demiş kral. “Burada kalamazsın. Güzel olduğun kadar iyi bir
kızsan, seni ipeklerle, kadifelerle donatırım, başına altın taç takarım,
benim sarayımda bolluk içinde yaşarsın!” Bunları der demez de, Elise’yi
atının terkisine bindirmiş. Elise ağlamış, gitmemek için çırpınmış ama
kral, “Başına talih kuşu kondu, ilerde bana bunu yaptığım için teşekkür
edeceksin!” demiş ve atını dağların arasına doğru sürmüş, avcılar da onu
izlemişler.
Güneş batarken, kiliseleri ve kubbeleriyle muhteşem kraliyet kenti
görünmüş. Kral Elise’yi yüksek mermer salonların büyük fıskiyelerinde
suların aktığı, duvarları ve tavanları resimlerle süslü sarayına götürmüş.
Ama Elise’nin gözü hiçbir şey görmüyor, iki gözü iki çeşme ağlıyormuş.
Saray kadınlarının kendisine güzel giysiler giydirmesine, saçlarına
inciler, yanmış ellerine eldivenler takmasına boyun eğmiş çaresizce.
Giyinip kuşanması bitip de bütün o güzelliği içinde ortaya çıkınca, saray
halkı saygıyla eğilmiş Elise’nin önünde… Kral ise, başpiskoposun karşı
çıkmasına rağmen, kendine eş seçmiş onu. Piskopos ise bu güzel yabani
kızın kesinlikle bir cadı olduğunu ve büyüleriyle kralın gözlerini kör
edip kalbini çaldığını düşünüyormuş.
Kral bu sözlere kulak asmamış, müzik başlasın diye emretmiş, sofralar
donanmış, en güzel kızlar Elise’nin etrafında dans etmişler, Elise mis
kokulu bahçelerden geçirilip şahane salonlara götürülmüş. Ama ne
gözlerinde, ne dudaklarında bir gülümseme belirmiş. Onun gözlerinde sonsuz
bir miras gibi keder, sadece keder varmış artık. Derken Elise’nin odasının
yanındaki küçük bir odanın kapısını açmış kral. Burası paha biçilmez yeşil
halılarla döşenmiş ve tıpkı, kralın Elise’yi bulduğu mağaraya benzetilmiş.
Yerde, ısırganlardan ördüğü ketenler duruyormuş, duvarda da örüp bitirdiği
gömlek asılıymış. Bu avcılardan birinin işiymiş…
“Burada eski evini, eski günlerini anabilirsin!” demiş kral. “Uğraştığın
iş de burada… Rahatlık ve bolluk içinde yaşarken, eski günlerini düşünmek
hoşuna gider belki.”
Gönlündeki şeyleri görünce Elise’nın dudaklarına gülümseme, yüzüne renk
gelmiş; ağabeylerinin kurtulacağını düşünüp kralın elini öpmüş. Kral da
ona sarılıp bağrına basmış ve bütün kiliselerin çanları düğün şenliklerini
duyurmuş ülkenin dört bir yanına. Böylece ormanın güzel dilsiz kızı,
ülkenin kraliçesi olmuş.
Başpiskopos kralın kulağına kötü şeyler fısıldayıp durmuş, ama kral
bunlara kulak vermemiş. Düğün yapılmış, başpiskopos tacı kraliçenin başına
kendi elleriyle takmak zorunda kalmış, bunu yaparken de, hainliğinden,
tacın dar çember kısmını kızın alnına iyice bastırarak canını yakmış. Ama
Elise’nin yüreğini daha dar bir çember sıkıştırıyormuş: Ağabeylerinin
acısı. Bu yüzden tacın verdiği acıyı hissetmemiş, gıkını bile çıkarmamış,
çünkü tek kelime ederse, bunun ağabeylerinin canına mal olacağını
biliyormuş. Gözlerinde sadece, kendisini mutlu etmek için her şeyi yapan
iyi kalpli, yakışıklı krala karşı derin bir sevgi ve şefkat okunuyormuş.
Onu her geçen gün daha da çok seviyormuş. Ah keşke derdini ona açabilse,
çektiği acıları anlatabilseymiş! Ama konuşamazmış, işini konuşmadan
bitirmek zorundaymış. Bu yüzden geceleri onun yanından usulca kalkıyor,
mağara gibi döşenmiş gizli odaya giriyor, ardı ardına gömlekleri
bitiriyormuş; ama tam yedinci gömleğe başladığında keteni bitivermiş.
Kullanabileceği ısırganların sadece mezarlıkta yetiştiğini biliyormuş, ama
onları kendisinin toplaması gerekiyormuş. “Ah, parmaklarımın acısı
kalbimdeki ıstırabın yanında hiç kalır!” demiş kendi kendine. “Bunu göze
almalıyım, sevgili Tanrı elini üzerimden eksik etmeyecektir!” Sanki kötü
bir iş yapacakmış gibi gizlice, korku içinde bahçeye süzülmüş. İki yanı
ağaçlı uzun yollardan ve ıssız sokaklardan geçerek mezarlığa gitmiş. Orada
en geniş mezar taşlarından birinin üzerinde, çirkin cadıların daire
şeklinde oturmakta olduklarını görmüş. Cadılar, sanki yıkanacaklarmış gibi
üstlerindeki paçavraları soyunmuşlar, uzun, sıska parmaklarıyla yeni
mezarları kazıp ölülerin etlerini yiyorlarmış. Elise çaresiz, yanlarından
geçmiş, cadılar gözlerini dikip kötü kötü bakmışlar ona, ama Elise içinden
dualara ederek ellerini yakan ısırganları toplamış ve alıp saraya
götürmüş.
Onu sadece bir tek kişi görmüş, o da başpiskoposmuş. Diğerleri uyurken o
uyanıkmış. Elise’nin kraliçe olamayacağı fikrinde haklı çıktığına, onun
cadı olduğuna, kralı da halkı da kandırdığına iyice inanmış.
Gördüğü ve kendisini korkutan şeyleri, günah çıkarma töreni sırasında
krala bildirmiş; onun ağzından bu acı sözler çıktıkça, kilisedeki kutsal
heykeller başlarını iki yana sallıyor ve sanki, “Bu doğru değil, Elise
suçsuzdur,” demeye çalışıyorlarmış. Ama başpiskopos bunu tersine
yorumlayıp, söylediklerinin kanıtı olarak göstermiş krala. Heykeller
Elise’nin suçlu olduğunu başlarıyla onaylıyorlarmış ona göre. Bunun
üzerine kralın gözlerinden yanaklarına iki damla yaş süzülmüş, kalbinde
kuşkuyla saraya dönmüş. Geceleri uyur gibi yapıyormuş ama aslında gözüne
uyku girmiyormuş; Elise’nin yataktan kalktığını, bunu her gece
tekrarladığını görüyormuş; kral her seferinde gizlice karısını izliyor,
onun o küçük odasına süzüldüğünü görüyormuş.
Günden güne suratı asılıyormuş kralın. Elise elbette bunu fark ediyor, ama
nedenini anlayamıyormuş. Bu davranıştan ürküyor, bir yandan da ağabeyleri
için acı çekiyormuş. Değerli kadifeler, ipekliler üzerine akan acı
gözyaşları; ışıl ışıl elmaslar gibi parlıyormuş. Bütün bu zenginliği kim
görse kraliçe olmak istermiş oysa. Elise artık neredeyse işini bitirmek
üzereymiş. Yapılması gereken sadece bir tek gömlek kalmış; ama keten yine
bitmiş ve hiç ısırgan otu da kalmamış. Son bir kez daha mezarlığa gidip
birkaç avuç ısırgan toplaması gerekiyormuş. O ıssız yolu, o korkunç
cadıları düşündükçe korkudan titriyormuş, ama iradesi, Tanrı’ya olan
inancı kadar güçlüymüş.
Elise yola koyulmuş, ama bu kez kral ile başpiskopos da onun peşine
takılmışlar; parmaklıklı kapıdan geçerek kilise mezarlığına girdiğini
görmüşler ve peşinden gitmişler. Aynı yere yaklaşınca Elise’nin gördüğü,
mezar taşı üzerindeki cadıları onlar da görmüş. Kral üzüntü içinde hemen
geri dönmüş.
“Onu halk yargılasın!” demiş kral ve halk Elise’yi ölüme mahkûm etmiş;
odun yığınları üzerinde yanarak ölecekmiş.
Elise sarayın muhteşem salonlarından alınıp karanlık, rutubetli,
parmaklıklı penceresinden rüzgâr üfüren bir hücreye atılmış; ipekler,
kadifeler yerine, başına yastık yapsın diye, topladığı bir demet ısırganı
vermişler. Ördüğü sert, yakıcı gömlekler yatağı yorganı olacakmış, ama
Elise için bundan daha güzel bir hediye olabilir mi hiç! İçinden Tanrı’ya
şükrederek hemen işine koyulmuş. Dışarıda, penceresinin önünde, sokak
çocukları toplanmış onunla alay ediyorlarmış, gönlünü alıp onu avutacak
hiç kimsesi yokmuş.
Akşama doğru parmaklığın yanında bir kanat sesi duyulmuş: Bu nihayet
kardeşini bulan en küçük ağabeyiymiş. Bu gecenin belki de son gecesi
olduğunu bilmesine rağmen, sevincinden ağlamaya başlamış Elise. İşi bitmek
üzereymiş ve ağabeyleri de buradaymışlar işte!
Derken, son saatinde Elise’nin yanında olacağına dair krala söz verdiği
için, başpiskopos çıkagelmiş, ama Elise bakışlarıyla ona gitmesini rica
etmiş. Bu gece işini tamamlamak zorundaymış, yoksa çektiği bütün acılar,
döktüğü bütün gözyaşları, o uykusuz geceler, her şey boşa gidecekmiş.
Başpiskopos Elise’ye kötü sözler söyleyerek çıkıp gitmiş, ama suçsuz
olduğunu bilen zavallı Elise, işine devam etmiş.
Yerde küçücük fareler koşuşuyor, birazcık yardım etsinler diye ısırganları
sürükleyerek Elise’nin ayaklarının dibine getiriyorlarmış. Ardıç kuşu da
pencerenin parmaklığına konmuş, Elise cesaretini kaybetmesin diye neşeyle
ötmüş bütün gece.
Şafak sökmek üzereymiş –en geç bir saat içinde doğacakmış güneş– o sırada
on bir ağabeyi sarayın kapısına gelmiş, kralla görüşmek istediklerini
bildirmişler. Ama bunun mümkün olmadığı cevabını almışlar, “Daha gece,
kral uyuyor ve uyandırılamaz!” demişler prenslere. Delikanlılar
vazgeçmemiş, rica etmişler, tehditler savurmuşlar, nöbetçiler gelmiş.
Sonunda gürültüleri duyan kral bile yatağından kalkıp gelmiş ve neler
olduğunu sormuş… Fakat tam o sırada güneş doğuvermiş ve ortada ağabey
filan kalmamış. Sarayın üzerinde on bir yaban kuğusu süzülüyormuş
yalnızca.
Halk, cadının yakılışını görmek için akın akın kent kapısından çıkıyormuş.
Elise’nin taşındığı arabayı, sefil bir beygir çekiyormuş. Zavallı kızın
üzerinde kaba çuval kumaşından bir gömlek varmış; o güzelim upuzun saçları
darmadağınık, yüzü sapsarıymış. Parmakları yeşil keteni örmeyi
sürdürürken, dudakları kıpırdıyormuş hafifçe. Ölüm yolculuğunda bile
bırakmıyormuş başladığı işi, on gömlek ayaklarının dibinde duruyor, Elise
on birinciyi örüyormuş; ayak takımı alay ediyormuş onunla.
“Cadıya bakın, cadıya, nasıl da mırıldanıyor! Elinde bir dua kitabı bile
yok! Pis büyüleriyle uğraşıyor hâlâ. Parçalayalım şunları!”
Arabaya sokulmuşlar ve gömlekleri parçalamak istemişler. Tam o sırada on
bir beyaz kuğu çıkagelmiş uçarak, arabanın dört bir yanına konup koca
kanatlarını çırpmaya başlamışlar. Bunun üzerine kalabalık korkup geri
çekilmiş.
“Bu Tanrı’nın bir işareti! Kız kesinlikle suçsuz!” diye fısıldaşmaya
başlamış birçok kişi, ama bunu açıkça söylemeye cesaret edememişler.
Derken cellat Elise’nin elinden tutmuş; ama Elise bir anda on bir gömleği
kuğuların üzerine atıvermiş; atar atmaz on bir yakışıklı prens çıkıvermiş
ortaya… Yalnız en küçüklerinin bir kolunun yerinde kuğu kanadı varmış,
çünkü Elise gömleğin tek kolunu bitirmeye fırsat bulamamış.
“Artık konuşabilirim!” diye bağırmış sonra. “Suçsuzum ben!”
Olan biteni gören kalabalık, bir azizenin önünde eğilir gibi eğilmiş
Elise’nin önünde, ama o çektiği heyecana, korkuya ve acıya daha fazla
dayanamayıp, bitkin halde kardeşlerinin kollarına yığılmış.
“Evet, o suçsuzdur!” demiş en büyük ağabeyi ve olan biten her şeyi
anlatmış; o konuşurken milyonlarca gülün kokusu yayılmış ortalığa, çünkü
Elise’nin yakılacağı odun yığınındaki her bir dal parçası kök salmış,
dallanıp yeşermiş, o odun yığını iri iri kırmızı güllerle dolu, mis kokulu
koca bir fidanlık haline gelivermiş… Yığının en tepesinde de yıldız gibi
parlayan, beyaz, ışıl ışıl bir çiçek duruyormuş. Kral bu çiçeği koparıp
Elise’nin göğsüne takmış, o anda huzur ve mutluluk içinde gözlerini açmış
Elise.
Kilise çanları kendiliğinden çalmaya başlamış, sürülerce kuş gelmiş
uçarak. Saraya dönüşleri ise, o güne kadar hiçbir kralın görmediği bir
düğün alayı gibi olmuş.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|