Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
ÇAM AĞACI
Ormanda pek sevimli bir çam fidanı vardı… Yeri iyiydi, güneş alıyordu.
Hava boldu, çevresinde de birçok büyük arkadaşı, çam ve ladin ağaçları
vardı. Ama küçük çam fidanının tek derdi bir an önce büyümekti. Sıcacık
güneşi, tertemiz havayı hiç düşünmüyor, ormana çilek ve ahududu toplamaya
gelip oralarda çene çalan köylü çocuklarıyla hiç ilgilenmiyordu. Çocuklar
bir tencereye doldurdukları veya bir çubuğa dizdikleri çileklerle
çıkagelirlerdi çoğu kez. Sonra küçük ağacın yanına otururlar, “Ne kadar
şirin bir ağaç bu!” derlerdi. Oysa bu sözler, bizim ağacın hiç hoşuna
gitmezdi.
Ertesi yıl birden büyüdü küçük ağaç, sonraki yıl ise biraz daha uzadı; bir
çam ağacının kaç yaşında olduğu, gövdesinde uzayan sürgünler sayılınca,
tam olarak anlaşılabilir.
“Ah, şu öteki ağaçlar gibi büyüsem bir!” diye içini çekiyordu küçük ağaç.
“O zaman dallarımı dört bir yana yayabilirdim, tepemle de uzakları, bütün
dünyayı görebilirdim! Kuşlar yuvalarını dallarımın arasına yaparlar ve
rüzgâr estiği zaman da, öteki ağaçlar gibi kibarca başımı sallardım.”
Ne güneş mutluluk veriyordu ona, ne kuşlar, ne de sabah-akşam üzerinden
kayıp giden kıpkızıl bulutlar.
Derken kış geldi, her tarafı ışıltılı beyazlığıyla kar kapladı; arada bir,
bir tavşan ortaya çıkıyor, küçük ağacın üzerinden atlayıp gidiyordu. Of,
ne can sıkıcı şeydi bu! Sonra aradan iki kış daha geçti, üçüncü kış küçük
ağaç öyle uzamıştı ki, tavşan artık onun etrafından dolanmak zorunda
kalıyordu. “Ah, büyümek, büyümek, kocaman ve yaşlı olmak, işte dünyanın en
güzel şeyi bu!” diye düşünüyordu ağaç.
Sonbaharın son günlerinde oduncular gelir, ağaçların en büyüklerinden
bazılarını keserlerdi. Bu her yıl böyle olurdu. Artık bayağı büyümüş olan
çam ağacı korkuyla titriyordu, çünkü kocaman ağaçlar çatır çatır yere
devriliyor, dalları baltayla kesiliyor, çırılçıplak, ipince kalıp tanınmaz
hale geliyorlardı. Sonra arabalara yükleniyor, atlar tarafından çekilerek
ormandan alınıp götürülüyorlardı.
Nereye gidiyorlardı böyle? Başlarına neler geliyordu?
İlkbaharda kırlangıçlar ile leylekler gelince, ağaç onlara sordu: “Siz
biliyor musunuz bu ağaçların nereye götürüldüğünü? Hiç rastladınız mı
onlara?”
Kırlangıçlar bilmiyorlardı, leylek ise oldukça düşünceli görünüyordu,
başını salladı ve “Evet, galiba ben biliyorum; Mısır’dan dönerken pek çok
yeni gemiye rastladım. Gemilerde çok gösterişli direkler vardı; galiba bu
direkler, senin sözünü ettiğin ağaçlardı; çam kokuyorlardı. Onlarla pek
çok kez karşılaştım, çok güzel, çok gösterişliler.”
“Ah keşke ben de denizlerin oraya gidebilecek kadar büyük olsaydım! Nasıl
bir şeydir bu deniz, neye benzer?”
“Hmm, anlatması biraz uzun sürer!” dedi leylek ve uçup gitti.
“Gençliğinin değerini bil!” dedi gün ışığı. “Büyüyor olmanın, tazeliğinin
değerini bil!”
Rüzgâr ağacı öptü, çiy taneleri gözyaşlarını döktüler üzerine, ama çam
ağacı bütün bunlardan hiçbir şey anlamadı.
Yılbaşına doğru, bu bizim içi içine sığmayan, hep uzaklara gitmek isteyen
çam ağacı kadar büyümüş olanları değil sadece, çok daha genç ağaçları bile
keserlerdi. Bu genç ağaçlar –hem de en güzelleri– dalları kesilmeksizin
arabalara yüklenir, atlar tarafından çekilerek ormandan alınıp
götürülürlerdi.
“Nereye gidiyorlar?” diye sordu çam ağacı. “Benden daha büyük değiller ki,
hatta bir tanesi benden bile küçüktü? Niye hiçbirinin dallarını
kesmediler? Nereye gidiyor bunlar?”
“Biz biliyoruz! Biz biliyoruz!” diye cıvıldaştı serçeler. “Aşağıda, kentin
orada pencerelerden içeri baktık. Biz biliyoruz nereye gittiklerini! Ah,
aklının almayacağı kadar büyük bir güzelliğe, zenginliğe kavuşuyorlar!
Camlardan içeri baktık ve onların sıcacık odaların ortasına dikildiğini,
müthiş süslerle, altın yaldızlı elmalarla, ballı çöreklerle, oyuncaklarla
ve yüzlerce mumla donatıldığını gördük.”
“Peki sonra?” diye sordu çam ağacı bütün dalları titreyerek. “Sonra? Sonra
ne oluyor?”
“Bundan başka bir şey görmedik! Ama eşi benzeri görülmedik bir şeydi!”
“Ah böyle bir mutluluğa ben de kavuşacak mıyım acaba?” diye çığlıklar attı
küçük ağaç. “Denizlere gitmekten çok daha güzel bir şey bu! Özlem içimi
kemiriyor! Yılbaşı bir gelse! Uzadım artık, geçen yıl götürdükleri ağaçlar
kadar da büyüdüm. Ah, beni de bir arabaya koysala! O sıcacık odalarda, o
güzellikler, zenginlikler içinde olsam! Peki sonra ne olur? Tabii ki
arkasından daha iyi, daha güzel şeyler gelir, yoksa niye öyle süslesinler
ki beni! Mutlaka daha güzel şeyler olur!... Ama ne? Ah, içim içime
sığmıyor, yerimde duramıyorum… Bana neler oluyor böyle bilmem ki!”
“Bizim kıymetimizi bil!” dediler hava ve gün ışığı. “Gençliğinin,
tazeliğinin ve özgürlüğünün de değerini bil!”
Ama bunlar küçük ağacı hiç mutlu etmiyordu… Büyüdü, büyüdü, yaz-kış
yeşerdi; koyu yeşil bir renk aldı! Onu gören insanlar, “Çok güzel bir ağaç
bu!” dediler… Yılbaşı gelince de, hepsinden önce o gitti! Balta bedenine
saplandı, ağaç inleyerek yere devrildi. Bir acı hissetti, bir baygınlık…
Mutluluğu filan düşünecek hali kalmadı. Yurdundan, büyüyüp yeşerdiği
topraklardan ayrıldığı için üzgündü. Çok sevdiği yaşlı arkadaşlarını,
etrafını saran küçük çalıları ve çiçekleri, hatta belki kuşları bile bir
daha göremeyeceğini biliyordu. Bu gidiş, hiç de güzel bir gidiş değildi.
Ağaç ancak, çiftlikte diğer ağaçlarla birlikte arabadan indirildiğinde
kendine geldi… Bir adamın, “Bu mükemmel! Başka ağaca gerek yok!” dediğini
duydu.
Sonra, alımlı çalımlı iki uşak gelip çam ağacını kocaman gösterişli bir
salona götürdüler. Duvarlarda çepeçevre yağlıboya portreler asılıydı,
kocaman sobanın yanında, kapakları aslan başına benzeyen Çin vazoları
duruyordu. Salıncaklı koltuklar, ipek kumaşlarla döşeli kanepeler, üzeri
resimli kitaplar ve paha biçilmez oyuncaklarla dolu büyük masalar. Çam
ağacı, kumla dolu büyük bir fıçıya dikildi, ama bunun fıçı olduğu
anlaşılmıyordu, çünkü etrafı yeşil bir şeyle kaplanmıştı ve altında da
renkli bir halı vardı. Ah, nasıl da titriyordu ağaç! Şimdi ne olacaktı
acaba? Uşaklar hizmetçiler etrafında dört dönüyor, onu süslüyorlardı.
Dallarına renkli kâğıtlardan kesilmiş küçük torbacıklar astılar; her torba
şekerlemeyle doluydu. Sanki ağaçta yetişmiş gibi altın yaldızlı elmalar ve
cevizler sarkıyordu her tarafından. Dallarına yüzlerce kırmızı, mavi,
beyaz mum tutturdular. Tıpkı insana benzeyen oyuncak bebekler –ağaç böyle
bir şeyi daha önce hiç görmemişti– yeşil yaprakların arasında
sallanıyordu, en tepesinde ise yaldızdan yapılmış bir yıldız ışıldıyordu.
Çok güzeldi, eşi benzeri görülmedik derecede güzeldi!
“Bu akşam,” dedi herkes, “bu akşam pırıl pırıl parlayacak!” Hepsi sevinç
içindeydi.
“Ah, bir an önce akşam olsa!” diye düşündü ağaç. Mumlar yakılır tabii!
Sonra ne olur acaba? Ormandaki ağaçlar beni görmeye gelirler mi acaba?
Serçeler pencerelerin önünde uçuşur mu? Ben burada böyle kök salar,
yaz-kış böyle süslü-püslü durur muyum?”
Evet, öyle olacağını çok iyi biliyordu! Ama kabuğundaki ağrı da, duyduğu
özlemden daha fazla canını yakıyordu. Biz insanlar için baş ağrısı neyse,
ağaçlar içinde gövdelerindeki ağrı aynı şeydir.
Derken mumları yaktılar. Ne güzellik, ne parıltı o öyle! Ağaç sevinçten
öyle bir titredi ki, dalları mumlardan birine değip tutuşuverdi.
Yanıyordu...
“Aman Tanrım!” diye bağrıştılar hizmetçiler ve hemen söndürdüler alevi.
Ağaç artık kıpırdayamaz olmuştu. Ah, ne dehşet bir şeydi bu! Bütün bu
güzellikleri kaybedeceğinden öyle korkuyordu ki; parıltıdan serseme
dönmüştü. Derken salonun iki kanatlı kapısı açıldı, içeri vbir sürü çocuk
öyle bir doluştu ki, neredeyse ağacı devireceklerdi. Onların peşinden
yavaş yavaş büyükler geldi; çocuklar birden seslerini kestiler, ama sadece
bir an, sonra yine ortalığı birbirine katarak, sevinçle bağrışmaya
başladılar. Ağacın çevresinde hoplayıp zıplıyorlar, hediyeler birbiri
ardına koparılıyordu.
“Ne yapmaya çalışıyor bunlar böyle?” diye düşündü ağaç. “Neler oluyor?”
Mumlar yanıp eriyor, dallara kadar küçülünce söndürülüyordu ve sonunda
çocuklar ağacı yağmalama iznini kopardılar. Ah, ağacın üstüne öyle bir
atıldılar ki, bütün dallar çatırdadı. Tepesinden ve altın yıldızdan tavana
bağlanmış olmasaydı, mutlaka devrilirdi.
Çocuklar ellerindeki güzel oyuncaklarla etrafta koşturup duruyorlardı.
Yaşlı dadıdan başka kimse ağaçla ilgilenmiyordu artık. Dadı da sadece,
dalların arasında bir elma veya incir kalmış mı diye bakıyordu.
Çocuklar, “Masal isteriz, masal isteriz!” diye bağrışarak kısa boylu,
şişman bir adamı ağacın yanına çektiler. Adam ağacın altına oturdu,
“Pekâlâ,” dedi, “işte şimdi yeşillikler içindeyiz ve anlatacaklarımdan bu
ağaç da bir şeyler öğrenebilir, eğer dikkatle dinlerse tabii. Ama yalnızca
tek bir masal anlatacağım. Ivede-Avede masalını mı istersiniz, yoksa
merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Klumpe-Dumpe’yi
mi?”
Çocukların bazıları, “Ivede-Avede!” diye bağrıştı, bazıları, “Klumpe-Dumpe!”
diye… Bir patırtı gürültüdür gidiyordu! Yalnızca çam ağacı susuyor ve
düşünüyordu: “Bana fikrim sorulmayacak mı? Ben hiçbir şey yapmayacak
mıyım?” Ama artık onun işlevi bitmişti. Ağaç kendisinden bekleneni yerine
getirmişti, hepsi buydu!
Adam, merdivenlerden düştüğü halde tahta çıkıp prensesle evlenen Klumpe-Dumpe’nin
masalını anlattı. Çocuklar el çırpıp bağrıştılar: “Anlat, başka anlat!”
Ivede-Avede’nin masalını da dinlemek istiyorlardı ama Klumpe-Dumpe ile
yetinmek zorunda kaldılar. Çam ağacı durgun ve düşünceliydi, ormandaki
kuşlar hiç böyle bir şeyden söz etmemişlerdi. Klumpe-Dumpe merdivenlerden
düşmüş ve prensesle evlenmiş ha! “Evet, bu dünya böyle işte!” diye düşündü
çam ağacı ve masalı anlatan kibar bir adam olduğu için masalı gerçek
sandı. “Tabii, kimbilir, belki ben de merdivenlerden düşerim ve bir
prensesle evlenirim,” dedi kendi kendine. Sonra da, ertesi gün tekrar
mumlarla, oyuncaklarla, yaldızlar ve meyvelerle donatılacağını düşünüp
sevindi.
“Yarın titremeyeceğim!” diye düşündü. “Kavuştuğum güzelliklere yürekten
sevineceğim. Yarın yine Klumpe-Dumpe masalını dinleyeceğim, belki Ivede-Avede’yi
bile… Ve bütün gece boyunca sessizce düşüncelere daldı.
Ertesi sabah, uşak ile hizmetçi içeri girdiler.
“Tekrar başlıyor işte, yaşasın!” diye düşündü ağaç, ama gelenler onu
salondan çıkarıp merdivenlerden tavan arasına sürüklediler ve hiç gün
ışığı görmeyen, karanlık bir köşeye koydular. “Bu da ne demek oluyor!”
diye düşündü ağaç. “Ben ne yapacağım ki burada! Ne dinleyeceğim şimdi!”
Duvara dayanıp öylece kaldı, düşündü, düşündü… Düşünmek için bol zamanı
vardı, çünkü günler, gecelerce öyle kaldı. Yukarı hiç kimse çıkmadı,
sonunda biri göründüyse de, o da büyük bir sandığı köşeye koymak için
gelmişti. Ağaç büsbütün kenarda kaldı, nerdeyse tamamen unutulmuştu.
“Şimdi dışarıda kış vardır!” diye düşündü ağaç. “Toprak serttir ve karla
kaplıdır, insanlar beni toprağa dikemezler; herhalde bu yüzden bahara
kadar burada kalacağım. Ne kadar ince düşünüyorlar! Ne kadar iyi kalpli
insanlar! Ama keşke bu kadar karanlık ve bu kadar ıssız olmasaydı burası!
Küçük bir tavşan bile yok! Ormanda her yer karla kaplandığında, tavşan ne
güzel zıplar geçerdi, üzerimden; ama o zamanlar ben bundan hiç
hoşlanmazdım. Şimdi ne kadar da yalnızım burada.”
Birden, “Ciyk, ciyk!” diye küçük bir fare başını çıkardı delikten,
peşinden de bir ikincisi. Çam ağacını burunlarıyla yokladılar ve sonra
dallarının arasına giriverdiler.
“Korkunç soğuk!” dedi fareler. “Bu rası bayağı iyi! Öyle değil mi, yaşlı
çam ağacı?”
“Ben o kadar da yaşlı değilim!” diye karşılık verdi çam ağacı. “Benden çok
daha yaşlı olanlar var!”
“Nerelisin sen?” diye sordu fareler. “Neler bilirsin?” Çok meraklıydılar.
“Bize dünyanın güzel yerlerini anlatsana! Oralara gittin mi hiç? Hiç o
kilerlerde bulundun mu, hani peynirler üst üste yığılı dururmuş,
tavanlarda jambonlar asılıymış, içeri sıska girer şişko çıkarmışsın?”
“Ben oraları hiç bilmem,” dedi ağaç, “ama güneşin pırıl pırıl parladığı,
kuşların öttüğü ormanı bilirim!” Sonra gençliğini anlattı onlara, fareler
hiç duymamışlardı böyle şeyleri, merakla dinlediler ve “Ne çok şey
görmüşsün, ne kadar da mutluymuşsun!” dediler.
“Ben mi!” diye karşılık verdi çam ağacı ve kendi anlattıklarını şöyle bir
düşündü. “Evet, aslında çok güzel günlerdi!” dedi. Sonra, mumlarla,
çöreklerle süslendiği o yılbaşı gecesini anlattı.
“Oooo, ne kadar da mutluymuşsun sen yaşlı çam ağacı!” dedi fareler.
“Ben hiç yaşlı değilim!” diye cevap verdi çam ağacı. “Ormandan daha bu kış
geldim! En iyi yaşlarımdayım, yalnız pek iyi gelişmedim işte!”
“Ne güzel anlatıyorsun!” dedi fareler ve ertesi gece, ağacın
anlatacaklarını onlar da dinlesin diye, dört küçük fare daha getirdiler.
Ağaç anlattıkça daha da iyi hatırlıyordu olanları ve düşünüyordu: “Ne
güzel günlerdi! Ama geri gelirler, gelirler! Klumpe-Dumpe merdivenlerden
düştüğü halde prensesle evlendi; belki ben de evlenebilirim bir
prensesle!” Bunları düşünürken, ormandaki küçük kayın ağacı geldi aklına,
onun gözünde güzel mi güzel, gerçek bir prensesti o kayın ağacı…
“Kimdir bu Klumpe-Dumpe?” diye sordu fareler. Bunun üzerine çam ağacı, her
kelimesini hatırladığı masalı anlattı onlara ve fareler sevinçlerinden
neredeyse ağacın tepesine fırlayacak gibi oldular. Ertesi gece daha çok
fare toplandı, hatta pazar akşamı iki de büyük sıçan geldi. Ama sıçanlar,
masalı hiç de eğlenceli bulmadıklarını söylediler. Bu görüş küçük fareleri
çok üzdü, şimdi onlar da eskisi kadar beğenmiyorlardı masalı.
“Siz bir tek bu masalı mı biliyorsunuz?” diye sordular sıçanlar.
“Bir tek bunu biliyorum,” diye cevap verdi ağaç, “ben bunu hayatımın en
mutlu akşamında dinlemiştim, ama o zamanlar, ne kadar mutlu olduğumun
farkında değildim.”
“Çok kötü bir masal bu! Şöyle jambonlu, sucuklu bir masal bilmiyor
musunuz? Veya kilerler ve ambarlar hakkında bir masal?”
“Hayır!” dedi ağaç.
“Eh, peki teşekkürler o halde!” diye cevap verdi sıçanlar ve evlerine
döndüler.
Sonunda küçük fareler de uğramaz oldular… Ağaç iç çekti: “Minik fareler
çevremde oturup anlattıklarımı dinlerken ne güzeldi her şey! Şimdi bu da
geçti gitti! Ama beni buradan çıkaracakları günü düşünüp sevinebilirim
yeniden!”
Peki bu ne zaman oldu? Bir sabah vakti birileri geldi, çatı katında bir
patırtıdır gitti. Sandıklar bir başka yere konuldu ve ağaç öne çekildi.
Gerçi adamlar onu zemine biraz sertçe attılar, ama az sonra bir uşak
gelip, ağacı çeke çeke gün ışığının görüldüğü merdivene götürdü.
“İşte hayat tekrar başlıyor!” diye düşündü ağaç. Temiz havayı, gün ışığını
hissetti. Dışarıda, avludaydı şimdi. Her şey çok hızlı gelişmiş, ağaç
kendine şöyle bir göz atmayı bile unutmuştu. Çevresinde öyle çok yenilik
vardı ki bakılacak. Avlu bir bahçeye bitişikti ve bahçede çiçekler
açmıştı. Küçük bir çitin üzerinden taptaze, mis gibi kokan güller
sarkıyordu, ıhlamur ağaçları çiçek açmıştı ve kırlangıçlar etrafta
cıvıldayarak uçuşuyorlardı.
“Artım yaşayacağım!” dedi ağaç sevinçle ve dallarını yaymaya çalıştı. Ah,
ne yazık ki hepsi kurumuş, sararmıştı. Ve şimdi de ısırganlar ile otların
üzerinde, bir köşede öylece yatıyordu. Tepesindeki altın yaldızlı yıldız,
parlak gün ışığının altında ışıldıyordu.
Avluda birkaç çocuk neşeyle oynuyorlardı, yılbaşı gecesi ağacın etrafında
hoplayıp zıplayan, ağaca sevinen çocuklardan bazılarıydı bunlar.
Çocukların en küçüğü koşarak geldi ve ağacın tepesindeki yıldızı çekip
kopardı.
“Bakın şu çirkin, kurumuş çamda ne buldum!” diye bağırarak ağacın dalları
üzerinde tepindi, dallar pabuçlarının altında çatırdadı.
Ağaç, bahçedeki güzelim çiçeklere ve canlılığa baktı, sonra bir de kendine
baktı ve “Keşke çatı katındaki karanlık köşemde olsaydım…” diye geçirdi
içinden. Ormandaki taptaze gençlik günlerini düşündü, o neşeli yılbaşını
ve Klumpe-Dumpe masalını keyifle dinleyen küçük fareleri…
“Hepsi bitti! Geçti artık!” diye iç çekti zavallı ağaç. “Keşke zamanında
değerini bilseydim bunların! Geçti artık hepsi!”
Derken kâhya geldi, baltasıyla ağacı kesip küçük parçalara böldü. Tepeleme
bir odun yığını duruyordu şimdi orada. Kocaman kazanın altında nasıl da
yanıyorlardı. Ağaç derin derin inliyor, her inleyişi küçük bir patlamayı
andırıyordu; dışarıda oynarken bu sesleri duyan çocuklar içeri koştular,
ateşin önüne oturdular, ateşe bakıp bağrıştılar: “Pat! Pat!” Ama aslında
derin bir inleme olan her çatırtıda ağaç, ormandaki bir pazar gününü,
yıldızların parıldadığı bir kış gecesini hatırlıyordu. O yılbaşı gecesini,
dinlediği ve anlatmayı bildiği tek masal olan Klumpe-Dumpe’yi
hatırlıyordu. Sonunda yandı bitti kül oldu.
Çocuklar avluda oynuyorlardı ve en küçükleri göğsünde, ağacın hayatının en
mutlu gecesinde takmış olduğu yıldızı taşıyordu. Artık ağaç yoktu ve
ağaçla birlikte onun masalı da bitmişti–
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|