Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
UÇAN SANDIK
Bir zamanlar bir tüccar var mış; öyle zengin, öyle zenginmiş ki, istese
bütün caddeleri, sokakları gümüş paralarla kaplatabilirmiş. Ama böyle bir
şey yapmamış tabii; parasını nerede kullanacağını gayet iyi bilirmiş
çünkü. Cebinden bir kuruş çıkarsa, mutlaka iki kuruş kazanırmış
karşılığında. Evet, bu adam akıllı bir tüccarmış, ama herkes gibi o da
ölmüş sonunda.
Bütün mirası oğluna kalmış. Tüccarın oğlu parayı har vurup harman
savurmaya başlamış; her gece maskeli balolara gitmiş, kâğıt paralardan
uçurtmalar yapıp uçurmuş, altın paraları taş yerine kullanıp suda kaydırıp
eğlenmiş. Tabii serveti kısa zamanda suyunu çekmiş; bir avuç bozuk para,
bir çift eski terlik ve yırtık pırtık bir hırkadan başka hiçbir şeyi
kalmamış. Derken, arkadaşları da birer birer uzaklaşmışlar çevresinden,
çünkü onun gibi sefil biriyle görünmek istemiyorlarmış. Sadece iyi yürekli
bir arkadaşı ona eski bir sandık yollamış ve “Pılı pırtını içine
koyarsın!” demiş. İyi güzel de, bizimkinin sandığa koyacak hiçbir şeyi
yokmuş ki! O yüzden kendisi girip oturmuş sandığın içine.
Ama bu sandık, bizim bildiğimiz sandıklardan değilmiş meğer! Kilidine
dokunur dokunmaz, uçmaya başlıyormuş. Tüccarın oğlu kilide parmağını
bastırınca, sandık evin bacasından hop! diye fırlayıp havalanmış ve
bulutların arasında ilerlemeye başlamış. Ama uçarken de tehlikeli biçimde
çatırdıyormuş. Delikanlı, sandık parçalanacak ve aşağı düşeceğim diye
büyük bir korkuya kapılmış. Allah’tan böyle bir şey olmamış. Uçmuş, uçmuş,
dağlar tepeler aşmış, sonunda Türk ülkesine varmış. Yere inince sandığı
ormanda kuru yaprakların altına saklamış, sonra da kentin yolunu tutmuş.
İçi rahatmış, çünkü Türklerin hepsi, onun gibi hırka ve terliklerle
dolaşıyorlarmış etrafta. Derken kucağında küçük bir çocuk olan bir süt
anneye rastlamış. “Baksana bana hanım!” demiş. “Sana bir şey soracağım.
Kentin girişinde bir saray gördüm, pencerelerinin hepsi çok yüksekteydi,
neyin nesidir bu?”
“Orada padişahımızın kızı oturur,” demiş kadın, “Hanım sultan doğduğu
zaman bir falcı, onun bir sevdalısı yüzünden çok acı çekeceğini bildirdi,
bu yüzden padişah ile valide sultan yanında yokken, kimse onu göremez!”
“Sağ ol,” demiş tüccarın oğlu, ormana dönmüş ve tekrar sandığa girip
oturmuş, havalandığı gibi sarayın damına konup hanım sultanın
penceresinden içeri süzülmüş.
Hanım sultan bir sedire uzanmış uyuyormuş. O kadar güzel bir kızmış ki,
delikanlı kendini tutamayıp onu öpüvermiş. Hanım sultan sıçrayarak
uyanmış, karşısında delikanlıyı görünce korkudan titremeye başlamış. Ama
bizimki kıza, periler padişahının oğlu olduğunu, onu görmek için uçarak
geldiğini söyleyince, bu hanım sultanın pek hoşuna gitmiş.
Oturup sohbet etmeye başlamışlar. Delikanlı kıza iltifatlar yağdırmış.
Artık derin göllere benzeyen gözlerinin içinde kaybolduğundan mı söz
etmemiş, karlı dağlara benzeyen alnının güzelliğinden mi... Anlatmış da
anlatmış! Ve tabii ki hanım sultanın gönlünü fethetmiş, kız delikanlıya
vurulmuş!
“Peki,” demiş hanım sultan, “siz cumartesi akşamı tekrar gelin, o gün şah
babam ile valide sultan bana çaya gelecekler. Periler padişahının oğluyla
evlenmem, onları da gururlandıracaktır. Ama sohbet sırasında güzel
masallar anlatmanız lazım, çünkü ikisi de masal dinlemeye bayılırlar.
Annem daha çok öğretici masalları sever, babam ise eğlendirici ve komik
masalları!”
“Zaten düğün hediyesi olarak masaldan başka verecek bir şeyim yok!” demiş
delikanlı ve böylece vedalaşıp ayrılmışlar; ama ayrılmadan önce, hanım
sultan delikanlıya bir kese altın vermiş. Doğrusu bu, çok işine yaramış
bizimkinin.
Tüccarın oğlu gidip kendine güzel bir kaftan satın almış, ardından ormana
dönmüş ve anlatacağı masalı düşünmeye başlamış. Cumartesi akşamına kadar
hazırlaması gerekiyormuş masalı ve bu da öyle kolay bir iş değilmiş tabii!
Cumartesi akşamı gelip çattığında masal da hazırmış artık. Padişah, valide
sultan ve sarayın bütün önde gelenleri prensesle birlikte delikanlıyı
bekliyorlarmış. Onu büyük bir sevinçle karşılamışlar.
“Bize bir masal anlatacakmışsınız,” demiş valide sultan, “içinde derin
anlamlar gizli, öğretici bir masal!”
“Ama aynı zamanda komik de olacak!” demiş padişah.
“Tastamam öyle olacak,” demiş delikanlı ve “Bir zamanlar bir kutu kibrit
varmış,” diye anlatmaya başlamış, “bunların hepsi de, soylu geçmişleriyle
övünürlermiş. Yontuldukları ağaç, yani o ulu çam ağacı, ormanın en yaşlı,
en büyük ağacıymış. Şimdi ise bir mutfakta, bir çakmakla eski bir demir
tencerenin arasına düşmüş ve onlara geçmiş günlerini anlatıp
duruyorlarmış. ‘Ne günlerdi o günler!’ diyorlarmış. ‘Daha ağaçtan yontulup
çıkarılmadan önce, hakikaten yemyeşil bir dalın üzerindeydik. Sabah ve
akşam saatlerinde üzerimizde biriken çiy, inci taneleri gibiydi. Güneşli
günlerde gün ışığıyla yıkanırdık, küçük kuşlar bize hikâyeler
anlatırlardı. Zengin olduğumuzun farkındaydık, çünkü öteki ağaçlar sadece
yaz aylarında giyinirken, bizim aile, yaz-kış yemyeşil bir giysiye
bürünecek imkâna sahipti. Ama günün birinde oduncular geldi, her şey
değişti ve bizim aile perişan oldu. Atamız olan ağaç gövdesi, dünyayı
dolaşan muhteşem bir gemiye yelken direği yapıldı, diğer dallar oraya
buraya dağıtıldılar, bize de bu sefil ateş yakma işi düştü işte… Biz bu
mutfağa layık değiliz, ama ne yapalım!’
‘Benim kaderimse daha bir başka!’ demiş kibritlerin yanında duran demir
tencere. ‘Dünyaya geldiğim günden beri yüzlerce kere parlatıldım ve
kaynatıldım. Devamlılığı sağlarım ben ve bu yüzden, doğruyu söylemek
gerekirse, bu evin en önde gelen eşyasıyım. Tek mutluluğum, tertemiz,
pırıl pırıl bir halde masaya getirilmek ve arkadaşlarımla güzel güzel
sohbet etmektir. Ara sıra avluya indirilen su kovasını saymazsak, biz
hepimiz burada, kapalı kapılar ardında yaşarız hep. Dünyada olup bitenleri
pazar torbasından öğreniriz, ama o da hükümetten ve halktan söz ederken
fazlasıyla kışkırtıcı bir tarzda konuşuyor. Daha geçenlerde bu yüzden eski
bir çömlek korkudan yere düşüp bin parçaya ayrıldı.
‘Amma da uzattın!’ demiş çakmak, çakmak taşına çarpıp kıvılcımlar saçarak.
‘Neşeli bir akşam geçiremeyecek miyiz biz hiç!’
‘Evet, evet, kimin daha soylu olduğundan söz edelim!’ demiş kibrit
çöpleri.
‘Hayır, ben kendimden söz etmekten hiç hoşlanmam!’ diye itiraz etmiş
toprak tencere. ‘En iyisi güzel bir eğlence düzenleyelim! İlk önce ben bir
şeyler anlatayım, sonra herkes sırayla katılsın… Böylece herkes eğlenceye
ısınır ve keyifli olur!’ Sonra tam, ‘Ostsee* kıyısındaki bir körfezde…’
diye anlatmaya başlamış ki, ‘Harika bir giriş!’ diye bağrışmaya başlamış
tabaklar. “Belli ki herkesin hoşuna gidecek bir hikâye bu!’ Tencere devam
etmiş: ‘Evet, ben gençliğimi orada, sakin, sessiz iyi bir ailenin yanında
geçirdim. Mobilyalar pırıl pırıl cilalanır, her yer tertemiz silinip
süpürülür, her iki haftada bir perdeler değiştirilirdi!
‘Ne kadar da güzel anlatıyorsunuz!’ demiş süpürge, ‘İşin içine temizlik
karıştı mı, her şey bir başka oluyor!’
‘Kesinlikle öyle!’ demiş kova ve keyiften şangır şungur sesler çıkararak
zıplamış.
Tencere anlatmayı sürdürmüş, hikâyesinin sonu da başı kadar eğlenceliymiş.
Tencerenin hikâyesi bitince, tabaklar keyifle şıngırdamışlar, süpürge ise
çöp tenekesinden birkaç yeşil maydanoz dalı çıkarmış, çelenk yapıp
tencerenin başına takmış, çünkü söylediklerine diğerlerinin kızacağını
biliyor, bugün ben tencereye çelenk takarsam, yarın da o bana takar! diye
düşünüyormuş.
Maşa, ‘Ben size dans edeceğim!’ demiş ve başlamış oynamaya. Aman Allahım,
evlere şenlik bir dansmış bu: Bacaklarını nasıl da havalara kaldırıyormuş!
Onun bu halini gören köşedeki eski sandalyenin minderi gülmekten
patlayıvermiş. ‘Eee, hani bana çelenk!’ demiş maşa, bunun üzerine ona da
bir çelenk takmışlar.
O sırada kibritler, ‘Aman ne bayağılık!’ diye düşünüyorlarmış.
Çaydanlıktan bir şarkı söylemesini istemişler, ama o soğuduğunu öne
sürerek özür dilemiş; sadece kaynarken şarkı söyleyebiliyormuş çünkü.
Çaydanlığın bu tavrı burnu büyüklük olarak değerlendirilmiş, herkes onun
sadece efendilerinin huzurunda şarkı söylemek istediğini, kendilerini
küçümsediğini düşünmüş.
Pencerenin kenarında, hizmetçi kadının yazı yazmakta kullandığı eski bir
kaz tüyü oturuyormuş. Mürekkebin içine dalıp çıkmaktan başka hiçbir
özelliği yokmuş, ama o da bununla gururlanırmış.
‘Çaydanlık şarkı söylemek istemiyorsa kendi bilir, boş verin onu!’ demiş.
‘Dışarıda asılı duran kafeste bir bülbül var, o bize şarkı söyler; gerçi
bu konuda pek bir eğitimi yok, ama bu akşamlık bizi eğlendirmeye yeter!’
‘Bu söylediğini son derece yakışıksız buldum!’ demiş demlik. Kendisi de
mutfağın şarkıcılarından biri olduğundan çaydanlıkla kardeş sayıyormuş
kendini. ‘Yabancı bir kuşu dinlemek ha! Nerde kaldı yurtseverlik! Pazar
sepetine soralım bakalım, o ne diyecek bu konuda!’
‘Sadece kızıyorum!’ demiş pazar sepeti. ‘Kimsenin tahmin edemeyeceği kadar
çok kızıyorum! Akşamı keyifli geçirmenin yolu bu mu yani! Ev halkını bir
düzene soksak daha iyi olmaz mı! Herkes yerine geçsin, eğlenceyi ben
yöneteceğim!’
‘Bırak da şamata yapalım!’ diye bağrışmış hepsi. Tam o sırada kapı
açılmış. Gelen hizmetçi kızmış. Onu görünce herkes susmuş, ortalıkta çıt
çıkmaz olmuş. Herkes sesini kesmiş ama, ‘İsteseydim bu eğlenceyi gayet
güzel bir şekilde ben de düzenleyebilirdim!’ diye düşünmeyen tek bir
tencere bile yokmuş.
Hizmetçi kız kibritleri almış ve onlarla ateş yakmış. Aman Allahım, nasıl
da tutuşup alev alıyormuş kibritler!
‘İşte herkes gördü,’ diye düşünüyormuş kibritler, ‘En başta gelen biziz
burada! Nasıl da parlıyoruz, nasıl da ışık saçıyoruz!’ Böyle düşüne düşüne
yanıp kül olup gitmişler sonunda…”
Tüccarın oğlu masalını bitirince, “Harika bir masaldı bu!” demiş valide
sultan. “Kendimi mutfakta, kibritlerin yanında hissettim adeta! Evet,
artık kızımla evlenebilirsin!”
“Evet,” demiş padişah da, “kızımızla pazartesi günü evleneceksin!”
Delikanlıya ‘sen’ diye hitap ediyorlarmış, çünkü nasılsa o da aileden
biriymiş artık.
Düğün tarihi belirlenince, bütün kent ışıklarla donatılmış, halka
çörekler, şekerlemeler dağıtılmış, çoluk çocuk sokaklarda bağrışa çağrışa
şenlik yapmaya başlamış.
“Benim de bir şeyler yapmam gerek!” diye düşünmüş tüccarın oğlu ve gidip
havai fişekler, maytaplar satın almış. Sonra sandığına oturup havalanmış
ve başlamış hepsini yakmaya! Bir gürültü, bir patırtı, sormayın gitsin!
Gürültüden herkes havaya sıçramış. O güne kadar hiç böyle bir şey
görmediklerinden ne yapacaklarını şaşırmışlar. Böylece anlamışlar ki,
hanım sultanları gerçekten de peri padişahının oğluyla evleniyor!
Tüccarın oğlu sandığıyla tekrar ormana iner inmez, kente gitmeye karar
vermiş. “Gidip bir bakayım, neler oluyor etrafta, herkes ne düşünüyor bir
kulak vereyim!” diye düşünmüş. Eh, merak etmesi de normalmiş tabii.
Neler anlatmış insanlar, neler! Sorup soruşturduğu herkes, gördüklerini
kendine göre aktarıyormuş, ama sonuç olarak herkes çok beğenmiş
gösterileri.
“Peri padişahının oğlunu kendi gözlerimle gördüm,” demiş birisi, “yıldız
gibi parlayan gözleri ve bembeyaz bir sakalı vardı.”
“Ateşten bir pelerin giymiş uçuyordu,” demiş bir diğeri, “pelerinin
kıvrımları arasından küçük periler bakıyordu.”
Delikanlının duydukları çok güzel şeylermiş ve ertesi gün de düğünü
olacakmış artık.
Sonra, sandığına girmek için tekrar ormana gitmiş, ama aramış taramış, bir
türlü sandığı bulamamış! Meğer içinde kalan bir havai fişek yanıp sandığı
tutuşturmu ve sandık yanıp kül olmuş! Zavallı delikanlı üzüntüden
kahrolmuş. Çünkü artık uçamayacak ve nişanlısına kavuşamayacakmış.
Hanım sultan bütün gün sarayın çatısında delikanlıyı beklemiş durmuş; hâlâ
da beklemeye devam ediyormuş. Delikanlı ise dünyayı dolaşıp herkese
masallar anlatıyormuş. Ama bu masallar, peri padişahının oğlu olarak
saraya gittiğinde anlattığı masal gibi eğlenceli değilmiş artık.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|