Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
ÇİRKİN
ÖRDEK YAVRUSU
Kırların büyüleyici güzellikte olduğu yaz günlerinden biriydi. Buğdaylar
sapsarı, yulaflar yemyeşil boy atmıştı tarlalarda. Samanlar balya yapılıp
yemyeşil çayırların üzerine yığılmıştı. Leylek, uzun kırmızı bacaklarıyla
etrafta dolaşıyor ve Mısır diliyle lak lak edip duruyordu; bu dili
annesinden öğrenmişti. Tarlaların, çayırların etrafı büyük ormanlarla
çevriliydi, ormanların ortasında da derin göller vardı. Evet, gerçekten de
büyüleyici güzellikteydi her şey. Bu arazinin ortasında ise, gün ışığıyla
pırıl pırıl aydınlanan bir yerde, çevresinden derin kanallar geçen eski
bir çiftlik bulunuyordu. Koca yapraklı kuzukulakları, çiftlik
duvarlarından suya sarkıyordu, bunlar öyle azman bitkilerdi ki, küçük
çocuklar, en yükseklerinin altında hiç eğilmeden ayakta durabiliyordu; bu
haliyle balta girmemiş vahşi ormanlar gibi görünüyordu. İşte burada,
kuluçkaya yatmış, yavrularının yumurtadan çıkmasını bekleyen canı sıkılan
bir ördek vardı; çünkü yavruların gelmesi çok gecikmişti. Bu ördeğin
geleni gideni de az oluyordu; öteki dişi ördekler yanına gelip bir
kuzukulağının altına oturarak onunla çene çalmaktansa, kanalda yüzmeye
gitmeyi yeğliyorlardı.
Sonunda yumurtalar birbiri ardına çatlamaya başladı. Önce, “Cik! Cik!”
sesleri duyuldu ve bütün ördek yavruları canlanıp başlarını kabuklarından
çıkardılar.
“Vak vak! Çabuk olun, çabuk!” dedi anneleri, yavrular asker gibi dizilip
becerebildikleri kadarıyla yürümeye, yeşil yaprakların altında etrafı
gözlemeye başladılar. Anneleri de istedikleri gibi etrafı izlesinler diye
onları kendi hallerine bıraktı, çünkü yeşillik, gözlere iyi gelir.
“Dünya ne kadar da büyükmüş!” dedi bütün yavrular, çünkü şu anda,
yumurtanın içinde olduğundan çok daha geniş bir alana sahiptiler. “Siz
bütün dünyanın bu kadar olduğunu mu sanıyorsunuz?” dedi anneleri. “Dünya,
bahçenin taa öbür ucuna, oradan da rahibin tarlalarına kadar uzanır; ama
oraya ben de hiç gitmedim!” Yerinde doğrulup sordu: “Siz hepiniz tamam
oldunuz mu bakalım?” Sonra, “Hayır,” dedi, “tamam değilsiniz. En büyük
yumurta daha duruyor; bu ne kadar sürecek böyle! Bıktım artık!” Ve tekrar
o yumurtanın üzerine kuluçkaya yattı.
Onu ziyarete gelen yaşlı bir dişi ördek, “Eee, ne var ne yok, nasıl
gidiyor?” diye sordu anne ördeğe. “Bir yumurta çatlamak bilmedi!” dedi
kuluçkadaki ördek. “Sen çıkanlara bir bak hele; dünya güzeli değil mi
hepsi? Babalarına benziyorlar… Ama beni ziyarete bile gelmedi sorumsuz
adam!”
“Bir bakayım, hangisiymiş o çatlamayan yumurta,” dedi yaşlı ördek, “Sen
beni dinle, hindi yumurtasıdır bu mutlaka! Bir kere benim başıma da
gelmişti… Çok çektim o yavrudan, çünkü sudan korkuyordu. Ne yaptımsa bir
türlü suya sokamadım! Zorladım, ittim, dürttüm, boşuna! Göster bakayım şu
yumurtayı bana! Evet, bu kesinlikle bir hindi yumurtası. Bırak o öyle
kalsın, sen git de öteki yavrulara yüzme öğret, daha iyi!”
“Biraz daha beklemek istiyorum,” dedi anne ördek, “o kadar zaman oturdum,
birkaç gün daha otursam ne olacak!”
“Eh, öyle olsun bakalım!” dedi yaşlı ördek ve kalkıp gitti.
Sonunda yumurta çatladı. Yavru, “Cik! Cik!” diyerek yumurtadan çıktı. Çok
iri ve çok çirkin bir yavruydu bu. Anne ördek ona bakıp, “Aman ne kadar
kocaman bir şey bu,” dedi, “ötekilere de hiç benzemiyor; gerçekten de bir
hindi yavrusu olmasın sakın! Eh, yakında anlarız… Yüzme vakti gelip de ben
onu suya sokunca anlaşılır her şey!”
Ertesi gün, inanılmaz güzellikte bir hava vardı. Güneş, yeşil yaprakların
üzerinde parlıyordu. Anne ördek ailesiyle birlikte kanala gitti ve şlap!
diye suya atladı. “Haydi bakalım, marş!” dedi sonra ve yavrular badi badi
yürüyüp onu izlediler. Önce kafalarına kadar suya battılar ama sonra hemen
çıkıp güzelce yüzmeye başladılar. Bacakları kendiliğinden hareket ediyor,
hepsi suda yüzüyorlardı; gri renkli, çirkin yavru bile!
“Hayır, bu hindi filan değil,” dedi anne ördek, “bakın, bacaklarını ne
güzel kullanıyor, tam olması gerektiği gibi… O benim öz yavrum! Ayrıca,
eğer dikkatli bakılırsa, oldukça da sevimli! Haydi bakalım, marş! Gelin de
size şu koca dünyayı gezdireyim, çiftlikteki ördeklerle tanıştırayım.
Sakın yanımdan ayrılmayın da kimse sizi hırpalamasın ve kediye de dikkat
edin!”
Böylece hep birlikte ördek çiftliğine gittiler. Çiftlikte korkunç bir
gürültü vardı, çünkü iki ördek ailesi bir yılan balığı kafasını gagalamak
için itişip kakışıyordu; ama en sonunda kedi çıkageldi!
“Gördünüz mü, bu dünya böyledir işte!” dedi anne ördek ve gagasını toprağa
sürterek temizledi, çünkü o da balık kafasını kapmaya çalışmıştı.
“Bacaklarınızı kullanın bakalım!” dedi sonra. “Doğru dürüst yürüyün,
ayrıca da şuradaki yaşlı ördek hanımın önünde boynunuzu eğip saygınızı
gösterin; o buradaki ördeklerin en saygıdeğer olanıdır; İspanyol
kökenlidir, o yüzden bu kadar tombul… Bakın, görüyor musunuz, kırmızı
paçalı bir ördek o! Bir ördeğin sahip olabileceği en güzel ve en büyük
madalya bu… Çok şey ifade eder… Bunlara sahip olan ördek, hayvanlardan da,
insanlardan da büyük bir saygı görür! Doğru dürüst yürüyün bakayım! Öyle
badi badi atmayın adımlarınızı; iyi yetiştirilmiş bir ördek, ileri doğru,
uzun adımlar atar, tıpkı annesi ve babası gibi! Boynunuzu ileri uzatın ve
vak, vak! deyin!”
Yavrular annelerinin dediğini yaptılar; ama oradaki diğer ördekler, onları
her yandan iyice inceledikten sonrahep bir ağızdan, “Bakın hele şunlara!”
diye bağrıştılar. “Biz yetmiyormuşuz gibi, bir de bunlar çıktı başımıza…
Üfff, hele de şu! Ne biçim ördek bu, onu aramızda istemiyoruz!” Tam o anda
ördeklerden biri uçup geldi ve çirkin ördek yavrusunu ensesinden
ısırıverdi! “Bırak onu!” dedi anne ördek. “Kime ne zararı var ki!” “Evet
ama çok büyük ve bize hiç benzemiyor!” dedi ısıran ördek. “Bu yüzden de
dayak yiyecek elbette!”
“Anne ördeğin yavruları çok güzel!” dedi yaşlı paçalı ördek. “Bir tanesi
hariç hepsi birbirinden güzel! Dilerim, bundan sonra kuluçkadan böyle bir
şey çıkarmaz!”
“Bir daha böyle bir şey olmaz hanımefendi!” dedi anne ördek. “Bu yavru pek
o kadar güzel değil ama çok iyi huylu ve ötekiler gibi çok iyi yüzüyor,
hatta diyebilirim ki biraz daha iyi yüzüyor. Büyüdükçe düzelecektir
sanırım, hatta zamanla küçülür bile belki. Yumurtada çok uzun süre kaldı
da, o yüzden böyle biçimsiz oldu.” Ardından, çirkin yavrunun ensesini
hafifçe gagaladı ve tüylerini düzeltmeye başladı. “Ayrıca,” diye sözlerine
devam etti, “bu bir oğlan, biraz çirkin olması o kadar da önemli değil.
Bana öyle geliyor ki güçlü kuvvetli olacak, kavgalardan sağlam çıkar!”
“Öbür yavrular pek sevimli!” dedi yaşlı ördek hanım. “Hadi, rahatınıza
bakın, bir yılan balığı kafası bulursanız bana getirin!”
Artık bizim ördekler, kendi evlerinde gibiydiler.
Ama yumurtadan en son çıkan zavallı çirkin ördek yavrusu, hem ördekler,
hem de tavuklar tarafından itilip kakılıyor, ısırılıyor, habire
gagalanıyordu. Hepsi, “Çok iri bu,” diyorlardı. Mahmuzlu doğduğu için
kendini imparator sanan hindi ise, yelkenleri şişmiş bir tekne gibi
kabarıyor, yavrucuğun üzerine yürüyor, glu glu sesler çıkarıyor, tepesine
kadar kıpkırmızı kesiliyordu. Zavallı yavru nerede duracağını, nereye
gideceğini bilemiyordu bir türlü. Böyle çirkin göründüğüne, bütün ördek
çiftliğinin alay konusu olduğuna çok üzülüyordu.
İlk gün böyle geçti, sonraki günler her şey daha da kötüleşti. Zavallı
yavru gittiği her yerden kovuluyordu, hatta kendi kardeşleri bile ona kötü
davranıyor ve “Çirkin şey, keşke kedi kapsa seni!” diyorlar, annesi ise,
“Çekip gitsen de kurtulsam senden,” diye tıslıyordu. Ördekler ısırıyor,
tavuklar gagalıyor, hayvanlara yem veren hizmetçi kız, ayağıyla
itekliyordu onu.
O da ne yapsın, koşa koşa gitti, çitin üzerinden öteki tarafa uçtu.
Çalılıklardaki kuşlar ürküp havalandılar. Yavru, “O kadar çirkinim ki, bu
yüzden kaçtılar!” diye düşündü ve gözlerini kapattı; ama yine de
ilerlemeye devam etti ve yaban ördeklerinin yaşadığı büyük turbalığa*
kadar gitti. Bütün gece orada yattı, çünkü çok yorgun ve üzgündü.
Ertesi sabah havalanan yaban ördekleri yeni arkadaşlarını fark ettiler ve
“Kimsin, necisin sen?” diye sordular. Yavru dört bir yanına dönüp,
yapabildiği kadarıyla güzelce selamladı hepsini.
“Korkunç çirkinsin!” dediler yaban ördekleri. “Ama bizim aileye damat
gelmeye niyetlenmezsen, bunun önemi yok!” Oysa, zavallının evlenmeyi
düşünecek hali mi vardı! Onun tek isteği, sazlıkta yatmasına, turbalıktan
su içmesine izin verilmesiydi, o kadar!
İki gün boyunca orada öylece yattı, derken iki yaban kazı, daha doğrusu
iki oğlan kaz çıkageldi. Bu kazlar yumurtadan çıkalı çok olmamıştı, o
yüzden görgü kurallarını henüz bilmiyorlardı.
“Bak arkadaş,” dediler teklifsizce, “çok çirkinsin ama çok da sevimlisin,
bu yüzden sevdik seni. Bize katılıp göçmen kuş olmak ister misin? Burada,
yakındaki bir turbalıkta pek tatlı, pek hoş yaban kazları var, hepsi de
cici kızlar; gel de bir şansını dene bakalım!”
Tam o sırada birden pat! pat! diye bir ses çınladı, iki yaban kazı
sazlıkların arasına cansız düştü ve sular kan kırmızısına boyandı. Hemen
ardından pat! pat! sesi tekrar duyuldu, duyulur duyulmaz da bütün kaz
sürüsü sazlıktan havalandı… Sonra bir patlama daha! Büyük sürek avıydı bu,
avcılar bataklığın etrafını sarmıştı. Bazıları da sazlığın ilerlerine
doğru uzanan ağaçların dallarına oturmuştu. Mavi barut dumanı, loş
ağaçlığın arasına bulutlar gibi yayılıyor, suyun üzerinde asılı kalıyordu.
Av köpekleri, şlap şlap koşarak bataklığa girdiler. Sazlar, kamışlar dört
bir yana eğiliyordu. Bu zavallı ördek yavrusu için çok dehşet verici bir
şeydi! Tam başını kanadının altına sokmak üzereydi ki, önünde dev gibi,
korkunç bir köpek belirdi; dili bir karış dışarı sarkmış ve gözleri
korkunç bir şekilde parlıyordu. Ağzını yavruya doğru uzattı, keskin
dişlerini gösterdi… Ama birden onu yakalamaktan vazgeçip, şlap şlap diye
uzaklaştı.
“Tanrıya şükür!” diye derin bir nefes aldı yavru. “O kadar çirkinim ki,
köpek bile beni ısırmak istemedi!”
Sazlıkta tüfekler patlar, kurşun sesleri art arda çınlarken, olduğu yere
uzanıp sessizce yattı.
Ortalık ancak öğlene doğru sakinleşti, ama zavallı yavru yerinden kalkmaya
hâlâ cesaret edemiyordu. Birkaç saat daha bekledi, sonra etrafına bir göz
attı ve mümkün olduğu kadar hızla turbalıktan ayrıldı. Tarlalar, çayırlar
aştı… Esen şiddetli rüzgâr yüzünden bin bir güçlükle ilerleyebiliyordu.
Akşama doğru harap bir köy evine vardı. Kulübe o kadar berbat durumdaydı
ki, ne yana devrileceğini kendi de bilemiyormuş, ancak ayakta duruyormuş
gibi bir hali vardı. Fırtına da çok şiddetlenmişti, durum gittikçe
kötüleşiyordu. Tam o sırada, kapının bir kanadının menteşelerinden kopup
yana yatmış olduğunu, o aralıktan kulübeye süzülebileceğini fark etti ve
öyle de yaptı.
Bu kulübede, kedisi ve tavuğuyla birlikte yaşlı bir kadın oturuyordu.
Kadının, “Oğulcuk” adını taktığı kedi, sırtını kabartıyor, mırıldanıyordu.
Kedinin karanlıkta tüyleri okşandığında, çıtır çıtır sesler çıkarıp
elektriklenirdi. Tavuğun ise çok kısa bacakları vardı ve bu yüzden adı,
“Bastıbacak”tı. Altın sarısı yumurtalar yumurtlar, bu yüzden de kadın onu
çocuğu gibi severdi.
Sabah olunca evdeki yabancı ördek fark edildi, kedi tıslamaya, tavuk da
gıdaklamaya başladı.
“Ne oluyor?” diye seslendi kadın ve etrafına bakındı ama gözleri iyi
görmediği için, yavruyu besili bir dişi ördek sandı. “Bu çok tuhaf bir
ganimet! Kendi kendine geldi!” dedi. “Artık ördek yumurtası da alabilirim.
Tabii bu erkek ördek değilse! Deneyelim bakalım!” Böylece yavru ördek üç
haftalık bir denemeye alındı, ama ortada yumurta filan yoktu.
Kedi evin efendisiydi, tavuk da hanımı… “Dünya bir yana, biz bir yana!”
diyorlardı hep; kendilerini dünyanın geri kalanından çok daha değerli
görüyorlardı. Yavru ördek, dünyada başka türlü düşünenler de olabileceğini
söylüyor, ama tavuk bunu hiçbir şekilde kabul etmiyordu.
“Yumurtlayabilir misin?” diye soruyordu tavuk.
“Hayır!”
“O halde kapa çeneni!”
“Sırtını kamburlaştırabilir misin, mırıldanabilir misin? Karanlıkta
tüylerin elektriklenip çıtır çıtır ses çıkarır mı?” diyordu kedi.
“Hayır!”
“O halde akıllı kişiler konuşurken, senin görüş bildirmeye hakkın yoktur!”
Ve ördek yavrusu bir köşeye çekilip üzgün üzgün oturuyordu. Açık havayı,
gün ışığını düşünüyor, suda yüzmeye karşı tuhaf bir özlem duyuyordu; bu
istek o kadar dayanılmaz hale geldi ki, bir gün kendini tutamayıp tavuğa
içini döktü.
“Neden söz ediyorsun sen?” dedi tavuk. “Yapacak hiçbir işin yok, o yüzden
böyle sıkılıyorsun. Yumurta yumurtla veya kedi gibi mırıldan, bir şeyciğin
kalmaz!”
“Ama suda yüzmek çok güzeldir!” diye cevap verdi yavru ördek. “Başını suda
serinletmek veya dibe dalmak harika bir şeydir.”
“Tabii, tabii,” dedi tavuk, “bu çok büyük bir keyif! Sen delirdin mi!
Kediye sor bakalım, tanıdıklarımın içinde en akıllısı odur, yüzmekten veya
suya dalmaktan hiç hoşlanıyor mu! Hadi beni bir yana bırak… Sahibimiz olan
hanıma sor bakalım! Dünyada ondan daha akıllı biri yoktur. Onun yüzmek
veya başından aşağı sular dökülmesini isteyeceğini düşünebiliyor musun!”
“Siz beni anlamıyorsunuz!” dedi ördek yavrusu.
“Biz de anlamıyorsak, kim anlayacak seni peki? Hadi beni bir yana bırak,
kediden ve bizim hanımdan daha akıllı olacak değilsin ya! Bırak böyle
mızmızlanmayı çocuğum, kafandaki bu kuruntuları sil gitsin! Bağışladığı
bunca nimet için, seni yaratana şükret! Başını sokacak sıcak bir yuvan,
bir şeyler öğrenebileceğin bir çevren var! Daha ne istiyorsun! Ama sen
kafasızın tekisin, seninle geçinmek mümkün değil! Ben senin iyiliğin için
konuşuyorum, dost acı söyler! Sen şimdi bunları bırak da, yumurta
yumurtlamayı, kedi gibi mırıldamayı, tüylerini elektriklendirip çıtır
çıtır ses çıkarmayı öğren, gerisi boş!”
“Ben galiba buralardan gideceğim!”
“Eh, sen bilirsin, ne halin varsa gör!” diye cevap verdi tavuk.
Böylece yavru ördek alıp başını gitti. Sularda yüzdü, derinlere daldı… Ama
çirkinliği yüzünden öteki hayvanlar onu hep görmezden geliyordu.
Sonra sonbahar gelip çattı… Ormanda yapraklar sararıp soldu, rüzgâr
yaprakları oradan oraya savurdu ve hava git gide soğudu. Bulutlar doluyla
ve karla yüklüydü, çitin üstüne konmuş kuzgun şiddetli soğuk yüzünden gak!
gak! diye ötüyordu. Sadece soğuğu düşünmek bile üşütüyordu insanı. Zavallı
ördek yavrusu, gerçekten de hiç iyi durumda değildi.
Bir akşam, muhteşem güzellikte bir günbatımında, çalılıkların oradan,
büyüleyici güzellikte, kocaman kuşlardan oluşan bir sürü çıkageldi; yavru
ördek, bugüne kadar böylesine güzel kuşlar görmemişti hiç. Bembeyaz, pırıl
pırıl tüyleri, upuzun, zarif bir boyunları vardı… Bu bir kuğu sürüsüydü.
Değişik, ilginç bir sesle öttüler, sonra uzun şahane kanatlarını açarak,
soğuk bölgelerden sıcak ülkelere, açık denizlere doğru havalandılar. O
kadar, o kadar yükseğe çıkmışlardı ki, çirkin ördek yavrusu şaşkınlıktan
öylece kalakaldı. Suda bir çark gibi döndü, boynunu onların ardından
uzattı, uzattı ve arkalarından öyle acayip bir çığlık kopardı ki,
çıkardığı bu tuhaf sesten kendisi de ürktü! Bu muhteşem, bu şanslı kuşları
unutamazdı artık. Onları gözden kaybedince, suda ta dibe kadar daldı ve
tekrar yüzeye çıktığında, kelimenin tam anlamıyla kendini kaybetmişti. Bu
kuşların adını bilmiyordu, nereye gittiklerini de; ama daha önce hiç
kimseye karşı böyle bir yakınlık duymamıştı… Yüreğinde hiçbir kıskançlık
hissetmiyordu; keşke böyle güzel olsaydım diye düşünmek aklından bile
geçmiyordu. Ördekler onu aralarına kabul etmiş olsalardı, bu mutluluk ona
yetecekti… Zavallı çirkin ördek yavrusu!
Ve hava gittikçe daha da soğudu! Yavru ördek soğuktan donmamak için
aralıksız yüzmek zorunda kaldı. Ama içinde yüzdüğü, sudaki donmamış küçük
delik, her geçen gece biraz daha küçüldü ve daraldı… Artık her yeri buzlar
kaplıyordu. Yavru ördek, kalan ufacık delik de tamamen kapanmasın diye,
durmadan bacaklarını çırpmak zorundaydı. Ama sonunda gücü tükendi,
kıpırdayacak hali kalmadı ve buzun içinde hapsoldu.
Ertesi gün sabah erkenden, zavallı hayvanı fark eden bir çiftçi çıkageldi.
Hemen onun yanına gitti, tahta ayakkabısıyla buzu kırdı, yavru ördeği
kurtardı ve onu alıp eve, karısına götürdü. Yavru, burada tekrar canlandı
kendine geldi.
Çocuklar onunla oynamak istediler. Ama yavru ördek, çocukların kendisine
bir kötülük yapacaklarını sanıp o korkuyla fırlayınca süt tenceresinin
içine düştü ve süt dökülüp her yere saçıldı. Kadın onu kışkışladı, bu
sefer de yağ tenekesine uçtu, oradan un kabına dalıp çıktı ve tekrar
havaya uçtu. Evin ne hale geldiğini siz düşünün artık! Kadın bağırıyor,
elindeki maşayla ördeği kovalıyor, çocuklar itişe kakışa peşinden
koşturuyor, gülüşüp gürültü yapıyorlardı. İyi ki kapı açıktı! Bu sayede
yavru ördek can havliyle kendini dışarı attı, çalıların arasındaki yeni
yağmış karlara doğru koştu ve oraya ölü gibi yığıldı kaldı!
O berbat kış aylarında, ördeğin çektiği onca sıkıntıyı ve sefaleti
anlatmak, gerçekten de çok üzücü olur…
Güneş tekrar yüzünü gösterip de etrafı ısıtmaya başladığında, yavru ördek,
turbalıkta sazların arasında yatıyordu. Tarla kuşları ötüşüyordu, görkemli
bir bahardı bu…
Çirkin ördek yavrusu ansızın kanatlarını açtı, kanatları şimdi eskisine
göre çok daha güçlüydü, onu daha kolaylıkla taşıyorlardı; göz açıp
kapayana kadar kendini, elma ağaçlarının çiçeğe durduğu, leylakların mis
gibi koktuğu ve uzun yeşil dallarını, kıvrıla kıvrıla akan derelere ve
kanallara sarkıttığı kocaman bir bahçede buldu. Her şey ne kadar güzel!
Nasıl da bahar tazeliğiyle coşmuş bir bahçeydi bu! Tam o sırada,
çalılıkların arasından yüzerek gelen üç güzel, bembeyaz kuğu belirdi. Suda
süzülürcesine ilerliyor, kraliçeler gibi yüzüyorlardı. Yavru ördek bu
büyüleyici hayvanları hemen tanıdı ve içi tuhaf bir hüzünle doldu.
“Bu güzel kuşların yanına gitmek istiyorum! Çok çirkin olduğum için beni
öldürecekler, ama olsun! Onlar tarafından öldürülmek, ördekler, tavuklar
tarafından gagalanmaktan, hizmetçi kız tarafından itilip kakılmaktan, kış
aylarında onca acıya katlanmaktan iyidir!” diye düşündü kendi kendine.
Suya uçtu ve sonra, kabarmış tüyleriyle üzerine gelen güzel kuğulara doğru
yüzmeye başladı. “Öldürün beni!” dedi zavallı hayvan, başını suya eğdi,
ölümü bekliyordu… Ama berrak suya bakınca, bir de ne görsün! Bu
kendisiydi, ama gördüğü hantal, kül rengi, çirkin ve iğrenç görünümlü bir
kuş değildi artık; bir kuğuydu!
Eğer bir kuğu yumurtasından çıkıyorsan, bir ördek çiftliğinde doğmuş
olmanın ne önemi vardır ki!
Hissettiği mutluluk, çektiği onca sıkıntıyı ve yoksunluğu silip
süpürmüştü. Aslında ne kadar şanslı olduğunun, kendisini selamlayan bütün
bu güzelliklerin ilk kez şimdi farkına varıyordu. Büyük kuğular çevresinde
yüzüyor, gagalarıyla onu okşuyorlardı.
O sırada bahçeye birkaç küçük çocuk gelmişti! Suya ekmek parçaları ve darı
attılar ve en küçükleri bağırdı: “Bakın, yeni bir kuğu!” Öteki çocuklarda
sevinçle bağrıştılar: “Evet, yeni bir kuğu gelmiş!” Alkışlamaya, sevinçle
hoplayıp zıplamaya başladılar, koşup anne babalarını getirdiler, suya
ekmekler, çörekler atıldı, “Yeni kuğu hepsinden güzel, çok genç ve
kraliçelere benziyor,” dedi hepsi birden. Yaşlı kuğular eğilerek
selamladılar onu.
Bizim kuğu utanarak başını kanatlarının altına soktu; niye böyle
hissettiğini kendisi de bilmiyordu. Çok mutluydu, ama hiç kibirli değildi,
çünkü temiz kalplerde kibir barınmaz. Nasıl hor görüldüğünü, ne kadar
zulme uğradığını düşünürken, herkesin kendisinden, bütün kuşların en
güzeli diye söz ettiğini işitiyordu. Leylak dallarını suya, ona doğru
eğiyor, güneş sıcacık, yumuşacık parlıyordu. Kuğu kanatlarını çırptı, uzun
zarif boynunu yukarı doğru kaldırdı; yüreğinin derinliklerinden kopan bir
sevinçle, “Çirkin bir ördek yavrusu olduğum günlerde, bu kadar şanslı
olabileceğimi hayal bile edemezdim!” dedi.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|