Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
BATAKLIKLAR KRALININ KIZI
Leylekler yavrularına bir sürü masal anlatırlar ve bunların hepsi de,
bataklıklar ve turbalıklar hakkındadır. Anlatılan masallar yavruların
yaşlarına ve kavrama düzeylerine de uygundur. En küçükleri, “Lak, lak,
lak!” gibi şeyler söylenmesinden çok hoşlanırlar ve bunu çok eğlenceli
bulurlar; ama biraz daha büyük olanlar, öğretici masalları, özellikle de
aileleriyle ilgili olanları dinlemeyi severler. Leylekler arasında
anlatılan en eski ve en uzun iki masaldan birini hepimiz biliriz: Hani
annesinin Nil nehrine bıraktığı, sonra firavunun kızı tarafından bulunup
iyi bir eğitim görerek büyük bir adam olan ve mezarının bulunduğu yeri
kimsenin bilmediği Musa’nın hikâyesini…
Ama bu biraz sıradan bir masal…
Diğer masal ise pek bilinmez; belki de biraz, leyleklerin kendi aralarında
anlattıkları bir masal olduğu içindir bu…
Bu masal, binlerce yıldır anne leylekler arasında kuşaktan kuşağa
aktarılır ve her seferinde biraz daha güzelleşir; biz şimdi en güzel
şekliyle anlatacağız bu masalı.
Masalı anlatan ve onu gerçekten yaşayan leylek çiftinin, Jütland’da Vahşi
Turbalık adlı bölgede bulunan, kütüklerden yapılma bir Viking* evinin
çatısında, yazlık yuvaları varmış. Bütün haritalarda görülebileceği gibi,
bu büyük turbalık bugün bile hâlâ oradadır. Bu bölge önceleri denizin
altındaymış, sonra yükselip turbalık haline gelmiş. Burası kilometrelerce
genişlikte bir alana yayılan bir turbalıktır. Dört bir yanı, yenmeyen
yabani böğürtlenlerin ve bodur ağaçların yetiştiği ıslak çayırlar ve
insanı içine çeken yumuşak bir balçıkla çevrilidir. Üzeri hemen her zaman
nemli bir sis tabakasıyla kaplıdır; buralarda yetmiş yıl öncesine kadar
kurtlar bulunurmuş. Burası, “Vahşi Turbalık” adını gerçekten de hak eden
bir yerdir ve bin yıl önce, çevresindeki bataklıklar ve göllerle ne kadar
vahşi ve kasvetli göründüğünü tahmin etmek hiç de zor değildir. Aslında
bugün nasıl görünüyorsa, o zamanlar da aynen öyleydi. Sazlar o zaman da
bugünkü boyda yetişiyordu, aynı türden, morumsu kahverengi ve tüylü uçları
bulunan uzun yaprakları vardı. Rüzgârda salınan seyrek yapraklarıyla,
beyaz kabuklu kayın ağaçları o zaman da oradaydı. Buralarda yaşayan canlı
yaratıklara gelince… Sinekler o zaman da bugün olduğu gibi, aynı biçimde
yapılmış tülden giysilerini giyiyorlardı; leylekler yine siyah-beyazdı ve
kırmızı çorapları vardı. İnsanların giyim tarzları bugünkünden farklıydı,
ama ister köle olsun ister avcı, turbalık bölgeye girmeye cesaret eden
herkes, bugün olduğu gibi bin yıl önce de balçığın içine gömülür ve o
zaman yaşayanların verdiği isimle, turbalıkların hâkimi, “Bataklıklar
Kralı”nın yanını boylardı. Kralın yönetimi hakkında çok az şey biliniyordu
gerçi ama, belki böylesi daha iyidir.
Turbalığın hemen yanında, Limfjord* kanalının kıyısında, kulesi ve taştan
mahzeniyle, kütüklerden yapılma üç katlı bir Viking evi bulunuyordu.
Leylekler çatının en tepesine yuvalarını kurmuşlardı; anne leylek, yakında
yavrularının çıkacağını bildiğinden gönlü rahat, kuluçkaya yatmıştı.
Bir akşam baba leylek dışarıda her zamankinden biraz fazla kalmıştı.
Döndüğünde ise son derece telaşlı ve endişeli görünüyordu.
“Sana çok kötü bir haberim var!” dedi anne leyleğe.
“Kötüyse söyleme,” dedi anne leylek, “kuluçkada olduğumu unutma,
söyleyeceğin şey beni korkutursa, yumurtalar zarar görebilir.”
“Ama bunu bilmen gerekiyor!” dedi baba leylek. “O buraya geldi, ev
sahibimizin Mısır’daki kızı… Böyle tehlikeli bir yolculuğa kalkıştı ve
kayboldu!”
“Şu periler sülalesinden olan kız mı? Anlat çabuk! Biliyorsun ki
kuluçkadayken sabırsız oluyorum!”
“Gördün mü, bak! Doktorun, bataklık çiçeklerinin babasına iyi geleceğine
dair söylediklerine inanmış herhalde. Her yıl, kuzeye gençlik banyosu
yapmaya gelen diğer iki prensesle birlikte kuş tüylerini kuşanıp uçarak
yola çıkmış. Buraya geldi ve sonra ortadan kayboldu.”
“Hep böyle uzatarak anlatıyorsun her şeyi!” dedi anne leylek. “Yumurtalar
soğuyacak! Şu anda bu kadar gerilime dayanacak durumda değilim!”
“Tamam, görüyorum,” dedi baba leylek ve sözüne devam etti: “Bu akşam,
turbalık zeminin üzerine basılabilecek bir yerindeki sazlıklara
gittiğimde, üç kuğunun geldiğini gördüm. İçimden bir ses, ‘Dikkatli ol,
bunlar hakiki kuğu değil, sadece kuğu kılığına girmişler,’ dedi. Bilirsin
ki, sezgiler bazen neyin doğru, neyin yanlış olduğunu söyler.”
“Tabii, tabii,” dedi anne leylek, “sen prenses meselesine gel, kuğu
tüylerini yeterince dinledim.”
“Turbalığın ortasında göle benzer bir su birikintisi var, bilirsin,” dedi
baba leylek. “Biraz başını kaldırırsan, buradan bile görebilirsin; işte
orada, sazlıklarla yeşil turbalık zemini arasında, bir kızılağaç kütüğü
vardır. O üç kuğu, bu kütüğün üzerine inip oturdular ve şöyle bir
etraflarına bakındılar; sonra içlerinden biri üzerindeki kuğu tüylerini
çıkardı, onu görür görmez, bizim Mısırlı prenses olduğunu anladım. Orada
öylece oturuyordu ve uzun siyah saçları sayılmazsa, vücudunu örten hiçbir
şey yoktu üzerinde. Bizim prensesin, diğerlerine, bataklık çiçekleri
toplamak için suya daldığı sırada, kuğu tüylerine göz kulak olmalarını
rica ettiğini duydum. Ötekiler başlarını salladılar ve kuğu tüylerinden
giysiyi de yanlarına alarak havalandılar. Bakalım ne yapacaklar o kuğu
tüylerini? diye düşünüyordum ki, bizim prenses de aynı şeyi sordu. Aslında
sorunun cevabı olup bitenden anlaşılıyordu. Öbür iki prenses kuğu
tüyleriyle iyice yükseldiler ve oradan aşağı seslendiler: ‘Sen suya dal
bakalım! Bir daha asla kuğu giysisiyle uçamayacaksın, Mısır’ı bir daha
göremeyeceksin! Turbalık neyine yetmiyor senin!’ Ardından, prensesin kuğu
giysisini paramparça edip dört bir yana savurdular, sanki kar yağıyor
gibiydi… Sonra bu iki hain prenses uçup gitti.”
“Korkunç bir şey bu!” dedi anne leylek. “Daha fazla dinleyemeyeceğim!...
Çabuk söyle, sonra ne oldu?”
“Prenses hıçkırarak ağlamaya başladı; gözyaşları kızılağaç kütüğünün
üzerine yağmur gibi yağıyordu. Tam o sırada, kütük hareket etmeye başlamaz
mı! Meğer o, turbalıkta yaşayan, bataklıklar kralının ta kendisiymiş! Bir
de baktım ki, kütük kendi etrafında dönüyor… Sonra değişti, kütük olmaktan
çıktı, uzun çamurlu dallarını kol gibi uzattı. Zavallı çocuk öyle korktu
ki, bir sıçrayışta, turbalığın zemini zayıf olan bir yerine attı kendini.
Ama orası, bırak prensesi, beni bile taşımazdı. Tabii anında çamura
gömüldü, ardından da zavallıcığı aşağılara çeken kızılağaç kütüğü… Birkaç
hava kabarcığı yükseldi, sonra hiçbir şey görünmez oldu. Şimdi prenses
Vahşi Turbalık’ta gömülü ve çiçekleri asla Mısır’a götüremeyecek. Olan
biteni iyi ki sen görmedin anne leylek!”
“Böyle bir zamanda, bana kötü şeyler anlatmamalısın! Yumurtalara zarar
verebilir bu! Prenses başının çaresine bakmayı bilir! Kendisine yardım
edecek birini bulacaktır! Sen ya da ben, veya bizden biri olsaydı
mahvolmuştuk, ama ona bir şey olmaz!”
“Her gün gidip bir bakacağım ona!” dedi baba leylek ve öyle de yaptı.
Aradan uzun bir zaman geçti. Günlerden bir gün, turbalığın
derinliklerinden yeşil bir dalın uzadığını gördü baba leylek. Dal su
yüzeyine ulaştığında bir yaprak açtı ve bu yaprak, gittikçe genişleyip
büyüdü. Sonra yaprağın tam dibinde bir tomurcuk belirdi ve bir sabah, tam
baba leylek orada uçarken, sıcak güneş ışınları altında tomurcuk açıldı.
Çiçeğin tam ortasında olağanüstü güzellikte bir çocuk oturuyordu; bu
banyodan yeni çıkmış kadar tertemiz bir kız çocuğuydu. Mısırlı prensese o
kadar çok benziyordu ki, leylek önce bunun prensesin kendisi olduğunu,
sadece boyunun küçüldüğünü sandı. Ama biraz düşününce, kızın, prensesle
bataklıklar kralının çocuğu olduğun anladı. Bu yüzden bir su zambağının
içinden çıkmıştı.
“Orada fazla kalamaz!” diye düşündü leylek. “Bizim yuva da çok kalabalık,
ama dur, aklıma bir şey geldi! Viking’in karısının çocuğu yok ve böyle
küçük bir yavrusu olsun istiyor! Bebeklerin gelişini benden bilirler hep,
bari bu kez gerçekten öyle yapayım! Çocuğu alıp Viking’in karısına
götüreyim; bu çok iyi olur!”
Leylek küçük kızı aldı, Viking’in evine uçtu, pencereye gerilmiş olan
deriyi gagasıyla delip, çocuğu Viking kadının göğsüne yatırdı. Sonra
yuvasına dönüp, olanları anne leyleğe anlattı. Yavrular da anlatılanları
dinliyorlardı, çünkü her şeyi anlayacak kadar büyümüşlerdi artık.
“Gördün mü bak, prenses ölmemiş! Bebeği yukarı gönderdi ve ben de ona bir
yuva buldum!”
“Ben sana söylemiştim!” dedi anne leylek. “Sen kendi çocuklarını düşünmeye
bak. Göç vakti geliyor; kanatlarım karıncalanmaya başladı bile. Guguk kuşu
ve bülbül çoktan gittiler, bıldırcınlardan duyduğuma göre ise, yakında
elverişli bir rüzgâr olacakmış. Çocuklarımız da, bu yolculukta koca birer
adam olduklarını bize göstereceklerdir!”
Ah görseniz, sabah olup da göğsünde yatan sevimli bebeği görünce, Viking
kadın nasıl sevindi! Onu öptü, okşadı; ama bebek çığlıklar atıyor,
tekmeler, yumruklar savuruyordu; hiç keyfi yoktu. Sonunda ağlamaktan
yorgun düşüp uyudu; uyurken nasıl da güzel görünüyordu! Viking kadın
mutluluktan uçuyordu. Bu olayı, kocasının da adamlarıyla birlikte ansızın
çıkageleceğine dair gizli bir işaret gibi yorumlamıştı. Bu yüzden bütün ev
hazırlık telaşına düştü. Hizmetçiyle hanımın kendi elleriyle işledikleri,
Tanrılarının resimlerini gösteren uzun, renkli kilimler duvarlara asıldı.
Köleler duvarlarda asılı kalkanları ovup parlattılar, tahta sedirlere
minderler konuldu, ateş hemen yakılabilsin diye, büyük salonun ortasındaki
ocağa kuru odunlar yığıldı. Viking kadını her işe koşuyordu, öyle yoruldu
ki, akşam olunca hemen uyudu.
Sabaha karşı uyandığında ise dehşete kapıldı, çünkü bebek, hiç iz
bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Yataktan fırlayıp bir çam yongası yakarak
etrafı araştırdı, ortada bebek filan yoktu, ama yatağının ayak ucunda,
kocaman, çirkin bir kurbağa duruyordu. Kadıncağızın ödü kopmuştu, hayvanı
öldürmek için eline koca bir sopa aldı. Ama kurbağa öyle bir kederle baktı
ki, kadın ona vurmaya kıyamadı. Bir kez daha etrafına bakındı, o sırada
kurbağa hafif bir sesle, acıklı bir şekilde vıraklayınca, yerinden
fırlayıp pencerenin yanına gitti. Kadın pencereyi açtığında güneş henüz
doğuyor, ışıkları yatağın ve koca kurbağanın üzerine vuruyordu. Birdenbire
hayvanın geniş ağzı büzülüp küçüldü ve kırmızı dudaklara dönüştü, kolları
ve bacakları uzayıp sevimli bir hal aldılar; şimdi yatakta, o çirkin
kurbağanın yerinde, küçük, sevimli yavru yatıyordu.
“Bu da ne?” dedi kadın. “Kâbus muydu bu! Bu benim küçük meleğim işte!”
Bebeği öpüp bağrına bastı, ama bebek onu tırmalıyor, vahşi bir kedi gibi
ısırıp duruyordu.
Viking, eve dönmek için yola çıkmış olmasına rağmen, o gün de gelemedi,
sonraki günler de; çünkü leyleklerin göçü nedeniyle güneye doğru esen
rüzgâr, tam karşılarından vuruyordu. Birinin sevinci, bir başkasının acısı
olabiliyordu böyle işte!
Viking kadın, birkaç gün içinde bebeğinin durumunu anladı. Korkunç bir
büyünün etkisi altındaydı çocuk. Gündüzleri bir ışık perisi kadar güzel
ama bir o kadar kötü huylu oluyor, geceleri ise sakin, mahzun bakışlı
çirkin bir kurbağaya dönüşüyordu. Görünüş bakımından olduğu kadar, huyu
bakımından da, sürekli birbiriyle yer değiştiren iki ayrı doğası vardı
çocuğun. Bunun nedeni, leyleğin getirdiği küçük kızın, gündüzleri
annesinin dış görünüşünü ve babasının kötü huyunu almasıydı. Geceleri ise
annesinin iyiliği ve temiz kalbi bakışlarında ışıldarken, babasıyla olan
kan bağı dış görünüşünde ortaya çıkıyordu. Bu büyüyü kim bozabilirdi peki?
Viking kadın korku ve üzüntü içindeydi, ama eve döndüğü zaman kocasına
durumunu söylemeye asla cesaret edemeyeceği bu zavallı yaratığı seviyordu
da… Kocasına durumu anlatamazdı, çünkü Viking bunları duyarsa, kim
istiyorsa alıp baksın diye zavallı çocuğu dağ yolu üzerine bırakıverirdi
mutlaka. İyi kalpli Viking kadın buna dayanamazdı. Kocası bebeği sadece
gündüzleri görmeliydi.
Bir sabah çatıdan leyleklerin kanat sesleri duyuldu. Gece boyunca yüzlerce
leylek büyük göçten önce orada dinlenmişti, şimdi de güneye doğru yola
çıkmak için harekete geçmişlerdi.
“Erkekler hazır!” diye bağırdılar. “Kadınlar ve çocuklar da!”
“Ne kadar hafifiz!” dedi yavru leylekler, sanki içimiz canlı kurbağalarla
doluymuş gibi karıncalanıyor bacaklarımız! Yabancı ülkelere gitmek ne
kadar güzel bir şey!”
“Sıradan çıkmayın!” dedi anneleriyle babaları. “Gagalarınızı da o kadar
çok takırdatmayın, hemen kapatın bakalım!”
Sonra havalandılar.
Aynı anda fundalıklardan bir boru sesi duyuldu; Viking, bütün adamlarıyla
birlikte çıkagelmişti. Herkesi korkudan titrettikleri, “Kurtarın bizi bu
vahşi Norman’dan!” diye dehşet içinde bağıran insanların ülkesinden,
Britanya’dan ve Gal kıyılarından topladıkları sayısız ganimetlerle geri
dönmüşlerdi.
Viking’in Vahşi Turbalık’taki evine canlılık ve neşe hâkimdi şimdi! Bal
şarabı fıçıları büyük salona taşınmış, ateş yakılmış ve atlar kesilmişti.
Dört dörtlük bir ziyafet olacaktı! Rahip atların sıcak kanını kölelerin
üzerine serperek onları kutsuyor, ateş gürül gürül yanıyor, dumanlar
tavana yükseliyor, kirişlerden yere kurum damlıyordu. Konuklar çağrıldı,
davetliler güzelce ağırlandı; bütün düşmanlıklar ve kinler unutuldu.
İçkiler içiliyor, herkes etlerini sıyırdığı kemikleri birbirinin suratına
fırlatıyordu, ama bu konukların gayet keyifli olduğunu gösteren bir şeydi.
Halk ozanı, savaşlarını ve gösterdikleri kahramanlıkları anlatan bir şarkı
söyledi; bu ozan, sanatçı olmasına rağmen savaşçılarla birlikte seferlere
çıktığından, şarkılarında anlattığı kahramanlıklara, kendi gözleriyle
tanıklık oluyordu. Söylediği şarkının her kıtasında aynı nakarat
tekrarlanıyordu: “Yanar mal mülk, dostluklar yalandır… Toprak olur herkes
bir gün… Şu ölümlü dünyada bir adın kalır geriye.” Nakarat kısmına sıra
gelince de herkes kalkanlarına güm güm vuruyor, bıçaklar ya da kemiklerle
masaları dövüyor, ortalık inliyordu.
Viking kadın şölen meydanındaki bir tahta sırada oturuyordu. Özel günlere
özgü elbiselerini giymiş, altın bilezikler ve iri bir kehribar kolyeyle
süslenmişti… Halk ozanı, şarkılarında kadına da değiniyor, kudretli
kocasına verdiği altın kıymetindeki hediyeden söz ediyor, Viking’in ancak
gün ışığındaki halini gördüğü güzel çocuğuyla ilgili mutluluğunu
anlatıyordu. Viking tam da, çocuğun o vahşi halini sevmişti aslında.
Kızının günün birinde, savaşlara katılabilecek, kılıçlı kalkanlı, güçlü
bir savaşçı olacağını düşünüyordu. Usta bir el, kılıcıyla kaşlarını
kesecek olsa, gözünü bile kırpmayacak kadar yiğit bir kız olacaktı o!
Arap fıçısı boşalınca yenisi getirildi ortaya. O zamanlar çok içilirdi…
İnsanlar fıçıda kalan son damlaya kadar dayanmasını bilirlerdi. Gerçi bir
atasözü vardı bununla ilgili, “Hayvan bile otlaktan ne zaman ayrılması
gerektiğini bilir, ama bir aptal midesinin nerde iflas edeceğini bilmez,”
diye. Evet, bu atasözünü herkes bilirdi, ama bilmek başka uygulamak başka
bir iştir… Başka bir atasözü daha vardı: “Gitmek bilmeyen misafir, insanı
canından bezdirir!” Bunu da herkes bilirdi ama, kimse masadan kalkmazdı,
çünkü et ve içki vazgeçilecek gibi değildi!
Böylece gecenin bir yarısı oldu, köleler sıcak küllerin arasında uyudular,
uykularının arasında yağla karışık kuruma parmaklarını daldırıp yaladılar.
Ah, bambaşkaydı o günler!
Viking o yıl, sonbahar fırtınalarının başlamasına aldırmadan bir kez daha
sefere çıktı. Adamlarıyla birlikte, “Tamamen suyun üzerinde yüzüyordu,”
diye söz ettiği Britanya adası kıyılarına gitti.. Karısı ise küçük kızıyla
birlikte evde kaldı ve giderek, ısırıp tırmalayan güzel çocuktan çok,
mahzun bakışlı garip kurbağayı sevmeye başladı.
Bitkilerin yapraklarını kemirip bitiren nemli sonbahar sisi, ormanın ve
fundalıkların üzerine çökmüş ve hafiften kar atıştırmaya başlamıştı. Kara
kış yoldaydı artık. Leylek yuvalarını serçeler işgal etmiş, şimdi güneyde
olan leyleklerin hâkimiyetinden yakınıyorlardı kendi aralarında.
Peki bizim leylek çifti ve yavruları nerelerdeydiler acaba?
Leylekler, güneşin her yeri sıcacık ısıttığı Mısır ülkesindeydiler. Dört
yanları, demirhindi ve akasyalarla çevriliydi ve camilerin kubbelerinde
Muhammed’in hilali parlıyordu. Bazı leylekler, minarelerin tepesine
konmuş, uzun yolculuğun yorgunluğunu atıyordu. Bütün sürü, terk edilmiş
bölgelerdeki harabe tapınakların kemerleri ile sağlam sütunlar üzerine
yuva kurmuştu. Hurma ağaçlarının geniş yaprakları, gölgelik gibi uzanıyor,
gri-beyaz piramitler, devekuşlarının rahatça gezindikleri çölün berrak
havasında gölge oyunları yapıyor, aslan zekice bakan iri gözlerini, yarı
yarıya kuma gömülü Sfenks’e dikmiş oturuyordu. Nil’in suları çekilmişti.
Irmak yatağı kurbağa kaynıyordu; bu manzara leylekler için, Mısır
topraklarındaki en güzel manzaraydı. Yavru leylekler, gördükleri
karşısında gözlerine inanamıyorlardı.
“İşte bizim sıcak ülkemiz hep böyledir,” dedi anne leylek; ufaklıkların
mideleri kazınmaya başlamıştı bile.
“Göreceğimiz başka şeyler var mı?” dedi yavrular. “Daha ilerilere de
gidecek miyiz?”
“Görülecek başka bir şey kalmadı!” dedi anne leylek. “Verimli kıyı
şeridinin arkasında, ağaçların birbirine girdiği, yabani otların her yeri
sardığı vahşi ormanlar var. O ormanda yürüyebilen tek canlı, geniş
tabanları olan fildir. Oradaki yılanlar bizim için fazla büyük,
kertenkeleler çok çeviktir. Çöle gittiğinizde, gözünüze bol bol kum dolar,
o da eğer hava iyiyse. Hava kötü olduğunda kuma gömülüp kalırsınız. En
iyisi burası. Bir sürü kurbağa ve çekirge var. Ben burada kalıyorum, tabii
ki siz de…”
Böylece orada kaldılar; yaşlılar, ince minarelerin üzerindeki yuvalarında
oturup gaglarıyla tüylerini ve kırmızı çoraplarını düzeltmekle uğraştılar.
Ara sıra boyunlarını uzatıp, kahverengi zeki gözleriyle etraflarına
bakındılar. Genç leylek hanımlar, sulu sazlıklarda ağır başlı bir tavırla
geziniyor, delikanlılara kaçamak bakışlar atıyor, arkadaşlıklar kuruyor ve
her üç adımda bir, bir kurbağa yutuyor veya küçük bir yılanı gagalarında
sallıyorlardı. Bu hallerinin pek sevimli göründüğünü düşünüyor ve ayrıca
bunu lezzetli de buluyorlardı. Genç erkekler kavgaya tutuşuyor,
kanatlarıyla birbirlerine vurup, gaga gagaya dövüşerek birbirlerini kanlar
içinde bırakarak eşlerini seçiyorlardı. Sonuçta, hayatın anlamı da buydu.
Sonra yuvalarını kurdular ve yeni kavgalara tutuştular, çünkü sıcak
ülkelerde herkes daha sinirli oluyordu, ama yine de her şey yolundaydı.
Özellikle yaşlılar pek keyifliydi. Burada güneş her gün sıcacık
parlıyordu, her gün karınları doyuyordu, herkes keyifli ve mutluydu. Ama
Mısırlı ev sahiplerinin zengin sarayında durum pek öyle değildi.
Zengin ve kudretli firavun, rengârenk boyanmış duvarlarla çevrili büyük
salonun ortasındaki yatağında hasta yatıyordu. Bütün uzuvları,
mumyalarınki gibi kaskatıydı. Akrabaları ve hizmetkârları çevresine
toplanmıştı; ölmemişti ama yaşadığı da söylenemezdi. Kuzey ülkelerindeki
hastalığına iyi gelecek turbalık çiçeklerini, onu en çok seven kişi
toplayıp getiremeyecekti artık. Kuru tüyleriyle uçarak, denizleri ve
ülkeleri aşıp kuzeye giden genç, güzel kızı asla dönmeyecekti. Geri dönen
iki kuğu prenses, onun öldüğünü söylemişler ve şöyle bir hikâye
anlatmışlardı:
“Üçümüz birlikte havada uçuyorduk, o sırada bir avcı bizi gördü ve okunu
fırlattı. Ok, genç arkadaşımıza, kardeşimize isabet etti ve zavallıcık
veda şarkısını söyleyerek ormanın ortasındaki göle düştü. Orada kıyıda
bulunan, mis kokulu bir kayın ağacının altına gömdük onu. Elbette kanı
yerde kalmadı. Avcının evinin çatısına yuva yapmış bir kırlangıcın
kanatlarının altına ateş bağladık, çatı alev aldı, ev yandı, evle birlikte
avcı da yanıp öldü. Alevlerin ışığı, gölün üzerinden yansıyıp,
kardeşimizin son uykusuna yattığı kayın ağacına vuruyordu. O artık asla
Mısır’a dönemeyecek.”
Sonra ikisi birden ağlamaya başladılar ve hikâyeye kulak misafiri olan
baba leylek şiddetle gagasını takırdattı.
“Yalancılar,” dedi. “Gagamı göğüslerinin ortasına saplasaydım keşke!”
“Evet saplasaydın da, kırsaydın gaganı!” diye söylendi anne leylek. “O
zaman daha yakışıklı görünürdün! Sen önce kendini, aileni düşün de,
başkalarıyla sonra uğraşırsın!”
Yarın bütün bilgeler, hasta hakkında görüşmek üzere toplandığında, ben de
açık kubbenin kenarına tüneyeceğim bakalım… Belki gerçeğe biraz daha
yaklaşırlar böylece.”
Ve bilgeler toplandılar, uzun uzun konuştular, ama leylek bu sözlerden bir
şey anlamadı. Konuşulanlardan hasta adama ve Vahşi Turbalıkta yatan kızına
dair hiçbir şey çıkmıyordu, ama biz yine de söylenenlere kulak
verebiliriz. Herhalde baba leyleğin anladığı kadarını biz de anlarız.
“Sevgi hayatın temelidir. En yüksek sevgi, en yüksek hayatın temelidir.
Efendimizin hayatını ancak sevgi kurtarır!” diyorlardı.
“Bu çok güzel bir düşünce,” dedi baba leylek hemen.
“Ben bir şey anlamadım!” dedi anne leylek. “Ama bu benden değil,
düşüncenin hatalı olmasından kaynaklanıyor, ayrıca da benim için fark
etmez neyin ne olduğu! Düşünecek bir sürü işim var!”
Bu sırada bilgeler arasında, sevgi üzerine uzun ve anlamlı bir tartışma
yapılıyor, sevgiliye duyulan sevgi ile ana-baba ve çocuklar, ışık ile
bitkiler arasındaki sevgide, ne gibi farklılıklar olduğundan söz
ediliyordu. Tartışma o kadar bilgeceydi ki, bırakın tekrarlamayı, baba
leyleğin konuşmayı takip etmesi bile imkânsızdı. Bütün bir gün, gözleri
yarı kapalı, düşünceli bir halde, tek bacağı üzerinde dikilip durdu; bu
kadar bilgelik fazlaydı onun için.
Ama baba leylek, sıradan insanlar kadar, soyluların da derin bir yürek
acısı çektiklerini gördüğü için, bir şeyi çok iyi anlamıştı: Bu adamın
ölümcül bir hastalığa tutulmuş olması, binlerce insan ve ülke için büyük
bir felaket demekti. Sağlığına kavuşması ise büyük bir mutluluk olacaktı.
“Onu iyileştirecek çiçekler nerede yetişiyordu peki?” Bu sorunun cevabı
bilgelik kitaplarında, parlayan yıldızlarda, havada ve rüzgârlarda
aranmış, bir çare bulmak için bütün yollara başvurulmuştu. Ama
bulabildikleri tek cevap şu olmuştu: “Sevgi hayatın temelidir, babamız
için de hayat kaynağıdır.” Reçeteleri buydu. Ama bu reçetenin nasıl
uygulanacağını bilmiyorlardı. Sonunda bu işe çare bulacak tek kişinin,
babasını bütün kalbiyle seven prenses olduğu konusunda fikir birliğine
varmışlardı. İşleri yoluna koymak için bir çare bulunmuş, ama bundan sonra
yine uzun bir zaman geçmişti. Sonunda prensesin, dolunayın ilk günü, çöle,
sfenksin yanına gitmesine karar verilmişti. Prenses bir kapının eşiğindeki
kumları temizleyecek, sonra büyük piramidin içine uzanan bir koridordan
geçecek, bütün ihtişamı ve zenginliği içinde mumyalanmış olarak iç odada
yatan, eski zamanın kudretli firavunlarından birinin yanına gidecek,
mumyanın üzerine eğilecek, işte o anda, babasının hayatını nasıl
kurtarabileceği ona malum olacaktı.
Prenses bunların hepsini yapmış ve sonra rüyasında, Danimarka ülkesindeki
o derin turbalıkta bulunan ve suyun altında göğsüne değecek olan Lotus
çiçeğini* alıp getirmesi gerektiğini görmüştü. Bunu yaparsa, babası
kurtulabilecekti. Bu yüzden kuğu kılığına girip, Mısır ülkesinden Vahşi
Turbalığa uçmuştu.
Ana ve baba leylek, bütün bunları biliyorlardı… Şimdi biz de olanları
iyice anladık. Ayrıca biliyoruz ki, Bataklıklar Kralı prensesi kendine
almıştı ve ülkesindekiler onun öldüğünü sanıyorlardı… Ama, saraydakilerin
en akıllısı ile anne leylek, “Prenses başının çaresine bakmayı bilir!”
diyorlardı hep. Böylece beklemeye başladılar, çünkü yapacak başka bir
şeyleri yoktu.
“O kötü kalpli prenseslerin kuğu kıyafetlerini aşırmayı düşünüyorum,” dedi
baba leylek. “Böylece Vahşi Turbalığa gidip daha fazla kötülük yapamazlar!
Prensesin kullanacağı zamana kadar da, orada saklayacağım onları.”
“Neresi orası?” diye sordu anne leylek.
“Vahşi Turbalıktaki yuvamızda,” dedi baba leylek. “Küçüklerle
yardımlaşarak taşıyabiliriz onları. Eğer taşırken yorulursak, onları bir
sonraki uçuşumuza kadar saklayabileceğimiz bir sürü yer var yol üzerinde.
Aslında prensese bir tane kuğu kıyafeti de yeter, ama iki tane olması daha
iyi; kuzey ülkelerinde yolculuk yaparken donanımlı olmak her zaman
iyidir.”
“Bunun için kimse sana teşekkür etmeyecek,” diye söylendi anne leylek.
“Ama evin beyi sensin. Kuluçka zamanı dışında bana söz düşmüyor.”
Bu arada, leyleklerin ilkbaharda geldikleri Vahşi Bataklığın yanındaki
Viking evinde yaşayan küçük kıza Helga adı verilmişti; gerçi bu ad, onun
gibi bir kız için fazlasıyla yumuşak bir isimdi, ama neyse… Helga, aylar
geçtikçe güçlenip kuvvetlendi. Birkaç yıl sonra, leylekler hep olduğu
gibi, sonbaharda Nil kıyılarına, ilkbaharda Vahşi Turbalığa göç ederken,
Helga artık iyice büyümüş, kocaman bir genç kız olmuştu ve durumu bilmeyip
de yanılanlar için, on altı yaşındaki kızların en güzeliydi. Ama bu güzel
dış görünümün altında, sert ve acımasız bir yürek vardı. O çetin ve
karanlık zamanların diğer bütün insanlarından daha vahşiydi.
Kurban olarak kesilen atların sıcak kanına beyaz ellerini daldırmak, onun
için bir zevkti. Rahiplerin kurban edeceği horozların kafasını, dişleriyle
vahşice koparıyordu ve babasına büyük bir ciddiyetle şöyle diyordu:
“Düşmanların gelse, sen uyurken evin kirişlerine ip bağlayıp çatıyı
yıksalar bile seni uyarmazdım. Yıllar önce bana attığın tokat yüzünden
kulağım hâlâ çınladığı için, onları duymazdım. Ben hiçbir şeyi unutmam,
gör bak sen!”
Ama Viking, onun sözlerine kulak asmıyordu, o da herkes gibi, kızın
güzelliğine hayrandı ve küçük Helga’sının geceyle gündüz arasında nasıl
kılık ve karakter değiştirdiğinden hâlâ haberi yoktu. Helga ata, sanki
hayvana yapışıkmış gibi eyersiz biner, atlar birbiriyle dalaşarak
koşarken, hayvan vahşi atlar tarafından ısırılsa bile, atından inmezdi.
İki de bir elbiseleriyle kendini kayalıklardan, fiyordlardaki* şiddetli
akıntının içine atar, yüzerek gidip karaya yanaşan Viking gemilerini
karşılardı. Güzelim uzun saçlarının en uzun telini koparıp, yayına tel
yapmıştı. “Kendi işini kendin göreceksin!” derdi hep.
Viking’in karısı, o zamanın alışkanlıklarına ve yaşantı tarzına göre güçlü
bir iradeye ve sağlam bir yüreğe sahipti ama, kızının karşısında yumuşak,
endişeli bir kadın olup çıkıyordu. Çünkü bu korkunç çocuğu bir büyünün
huzursuz ettiğini biliyordu. Helga sırf kötülük olsun diye, annesi ne
zaman çardakta otursa veya avluya çıksa, gidip kuyunun kenarına oturur,
ellerini ayaklarını serbest bırakıp kendini dar, karanlık kuyuya atar,
kurbağa gibi dalıp sonra tekrar su yüzüne çıkar, üzerinden sular
damlayarak kedi gibi yukarı tırmanır, sonra koşup salona dalar ve zemine
döşenmiş yeşil yaprakları sırılsıklam ederdi.
Küçük Helga’yı durduran tek şey akşam karanlığıydı. O zaman sakin ve
düşünceli bir hal alır, kendisinden istenilenleri itirazsız yapardı.
İçinden gelen bir duygu onu annesine yaklaştırır gibi olurdu. Güneş batıp
da içsel ve fiziksel dönüşümü tamamlandığında ise, sakin ve kederli bir
şekilde oturup, kurbağa kılığına girerdi. Bedeni normal kurbağalarınkinden
daha büyüktü ve bu yüzden daha da çirkin görünüyordu. Parmaklarının
arasındaki perdeler ve kurbağa başıyla, tıpkı çirkin bir cüceye
benziyordu. Sesi yoktu, korkulu rüya gören bir çocuğun çıkardığı seslere
benzer, boğuk bir vıraklaması vardı. Viking’in karısı onu bu saatlerde
kucağına alabiliyor, çirkin görünümünü unutup kederli gözlerini görüyordu
yalnızca. “Neredeyse hep böyle kurbağa kılığında kalmanı isteyeceğim;
güzel kılığına büründüğün zaman, şu halinden daha çirkin oluyorsun bence,”
derdi ona.
Büyüye ve hastalığa karşı muskalar yazıp zavallı yaratığın üzerine attı,
ama bu da bir işe yaramadı.
“Bir zamanlar bir su zambağının içinde oturabilecek kadar küçük olduğuna
inanmak mümkün değil!” dedi baba leylek kızı görünce. “Kocaman olmuş…
Mısırlı annesinin de kopyası sanki. Prensesi o zamandan beri göremedik!
Senin ve bilge kişilerin sandığı gibi, kendini kurtaramadı demek ki! Her
yıl bataklığı dört dönüyorum, ama prensesin hayatta olduğuna dair en ufak
bir işaret yok. Her yıl buraya senden birkaç gün önce gelirim yuvamızı
hazırlayayım diye, her seferinde de, geceleri, baykuşlar gibi, yarasalar
gibi suların üzerinde uçarım, ama hiçbir bilgi elde edemedim. Çocuklarla
birlikte güç bela ancak üç göç yolculuğunda, Nil’den buraya
taşıyabildiğimiz kuğu kıyafetleri de öylece yuvanıon zemininde bekliyor
hiçbir işe yaramadan. Burada bir yangın filan çıkar da kütük ev yanarsa,
yok olup gidecekler.”
“Bizim güzel yuvamız da tabii!” diye söylendi anne leylek. “Ama sen bunu
kuğu kıyafetleri ile prensesten daha az düşünürsün! Prensesin yanına,
bataklığın dibine gidip orda kal sen! Senden baba filan olmaz, bunu daha
kuluçkaya yattığım ilk gün söylemiştim ben! Dua et de, o deli Viking kızı
bize ya da yavrularımıza ok atmasın bir gün! Ne yaptığının farkında bile
değil! Burası onun evi olduğundan daha uzun bir süredir bizim yuvamız,
bunu aklından çıkarmasa iyi eder; biz görevimizi yerine getiriyoruz, çok
bir şey veremesek de, her yıl bir tüy, bir yumurta, bir de yavru
veriyoruz. O dışarıdayken, eskiden burada, hatta Mısır’da hâlâ yaptığım
gibi, gönlümce aşağı inip herkesle selamlaşabildiğimi veya kendimi
tehlikeye atmadan tencerelere göz atabildiğimi mi sanıyorsun? Hayır, tabii
ki yapamıyorum, buradan bir yere kıpırdayamıyorum ve bu yüzden ona çok
kızıyorum. Baş belası kız! Ayrıca sana da kızıyorum! Onu orada, o su
zambağının içinde bıraksaydın ölüp giderdi!”
“Sen, söylediklerinden daha saygıdeğersin,” dedi baba leylek. “Seni senden
daha iyi tanıyorum ben!”
Sonra sıçradı, iki kez kuvvetle kanatlarını çırptı, bacaklarını gerdi ve
açık kanatlarını oynatmadan süzülüp uçtu. Yeterince uzaklaştığında bir kez
daha kanat çırptı; güneş bembeyaz tüylerinin üzerinde parlıyor, boynu ve
başı dümdüz ileriye doğru uzanıyordu. Ne kadar güçlü ve çevik olduğu,
uçuşundan belliydi.
“Herkesin en yakışıklısı,” diye düşündü anne leylek kendi kendine, “ama
bunu ona söylemem.”
O sonbahar, hasat zamanı Viking ganimetleri ve esirleriyle birlikte evine
döndü. Esirler arasında, eski kuzey tanrılarına karşı gelenlerden biri,
genç bir Hıristiyan rahip vardı. Son zamanlarda, toplantı alanında ve
kadınlar arasında, güneydeki bütün ülkelere yayılmış olan ve kutsal
Ansgarius’u* gaçip kuzeyin kapılarına dayanan bu yeni din hakkında
tartışmalar yapılıyordu. Küçük Helga bile, insanlara olan sevgisi
nedeniyle kendini insanlığın kurtuluşu için kurban eden beyaz İsa’nın
dininden söz edildiğini duymuş, ama duydukları, bir kulağından girip öbür
kulağından çıkmıştı. Sevgi sözcüğü Helga için, ancak kilitli odasında o
zavallı kurbağaya dönüştüğü zamanlarda bir anlam ifade ediyordu. Oysa
Viking’in karısı anlatılanları can kulağıyla dinlemiş, hakiki ve biricik
Tanrı’nın oğlu hakkında söylenenler, onu çok etkilemişti.
Seferden dönen erkekler, dünyaya sevgi mesajını veren İsa adına, işlenmiş
taşlardan yapılan muhteşem tapınakları anlatmışlardı. Getirdikleri
ganimetler arasında, çok ince bir işçilikle som altından yapılmış ve
baharatlı bir koku yayan bir çift çanak vardı. Bunlar buhurdanlıktı…
Hıristiyan rahipler tarafından mihrabın önünde sallanan buhurdanlıklar…
Çanakların içine, kendini henüz doğmamış kuşaklar için feda eden İsa’nın
kanı ile etini simgeleyen, şarap ve ekmek konuyordu.
Genç esir, yani Hıristiyan rahip, kütük evin taştan yapılma mahzenine
hapsedilmiş, elleri ve ayakları da bağlanmıştı. Viking’in karısı, “Çok
kadar yakışıklı,” diyordu onun için ve durumuna üzülüyordu; oysa genç
Helga, onun vahşi boğaların kuyruğuna bağlanıp yerlerde sürüklenmesini
istemişti.
“Sonra üzerine köpekleri salarım! Doğru turbalığı boylar! İzlemesi çok
zevkli olur, hele o kaçarken peşinden koşmak daha da zevkli olur!”
Ama Viking onun bu şekilde ölmesini istemiyordu; o, büyük tanrıları inkâr
ettiği ve onlara karşı geldiği için, sabahleyin kan kayasında kurban
edilecekti. İlk kez bir insan kurban ediliyordu burada.
Genç Helga, onun kanını tanrı tasvirlerinin ve halkın üzerine serpmek için
izin istedi. Keskin bıçağını biledi, tam o sırada avluda bulunan saldırgan
köpeklerden biri üzerine atılınca, bıçağı hayvanın karnına saplayıverdi ve
“Bıçak keskin mi diye denedim,” dedi. Viking’in karısı bu vahşi, kötü
huylu kıza kederli gözlerle baktı. Gece olup da Helga bedensel ve ruhsal
olarak dönüşüme uğradığında, yüreğinin ta derinliklerinde hissettiği
üzüntüyü, ona içtenlikle anlattı.
Çirkin kurbağa, hüzünlü kahverengi gözlerini Viking’in karısına dikmiş,
insanmış da anlıyormuş gibi onu dinliyordu.
“Kocama bile derdimi söyleyemedim hiç; bu nedenle senin yüzünden çektiğim
acı iki kat artıyor!” dedi kadın. “Senin sandığından çok daha fazla acı
var yüreğimde. Ana yüreği, ana sevgisi bu işte… Ama sen sevgi nedir
bilmiyorsun! Yüreğin taş gibi! Gelmez olaydın evime!”
Çirkin yaratık, bu sözler üzerine titremeye başladı, sanki annesinin
söyledikleri ruhuyla bedeni arasında görünmez bir bağ kurmuştu; birden
gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
“Acı günler yine gelecek senin için,” dedi Viking’in karısı, “ve o günler
benim için de korkunç olacak! Belki de çocukken dağ yoluna bırakılsaydın,
gecenin soğuğu seni ölüme götürseydi daha iyi olacaktı!” Sonra acı
gözyaşları dökerek, gizli odayı dış taraftan ayıran kirişe asılı perdenin
arkasına geçip, keder ve öfke içinde gözden kayboldu.
Kurbağa köşesine büzülüp kalmıştı. Odada bir ölüm sessizliği vardı. Kısa
bir süre sonra, boğuk bir sesle iç çekti kurbağa; kalbinde uyanan yeni
hayatın acısını çekiyor gibiydi. Sonra bir adım attı, durup çevreyi
dinledi, bir adım daha attı ve beceriksiz elleriyle kapının ağır sürgüsünü
kavradı. Sürgüyü yavaşça yana çekti, sessizce gidip ön odada yanmakta olan
lambayı aldı. Sanki güçlü bir irade ona beklenmedik bir kuvvet veriyor
gibiydi. Mahzendeki demir kapının sürgüsünü kaldırıp esirin yanına gitti.
Rahip uyuyordu. Yaratık soğuk, nemli eliyle dokununca gözlerini açtı.
Çirkin yaratığı karşısında görünce, hayalet görmüş gibi irkildi. Yaratık
bıçağını çıkarıp rahibin bağlarını kesti ve kendisini izlemesini işaret
etti.
Rahip azizlerin isimlerini söyleyip haç çıkardı, ama yaratık şekil
değiştirmeksizin karşısında duruyordu… Bunun üzerine, “Zor durumda
olanlara merhamet duyanlara ne mutlu, Tanrı onları yaslı günlerinde
gözetecektir. Kimsin sen? Hayvan kılığında oluşunun ve ona rağmen bu
merhametli davranışının nedeni ne?” dedi.
Kurbağa şeklindeki yaratık işaret etti ve rahibi uzun bir dehlizden
geçirerek ahıra götürüp bir at gösterdi. Rahip ata bindi, ardından kurbağa
hoplayarak onun önüne oturdu ve atın yelelerine tutundu. Esir kurbağanın
ne yapmak istediğini anlamıştı. Onun kendi başına asla bulamayacağı
yollardan hızla geçip fundalığa geldiler.
Genç adam, yaratığın çirkin görünümünü unutmuştu bile ve bu yaratık
yoluyla Tanrı’nın bahşettiği lütfu hissediyordu. Dualar okuyor, ilahiler
söylüyordu. Yaratık titriyordu; onu böyle titreten, duaların ve ilahilerin
kudreti miydi, yoksa yaklaşan şafak vaktinin serinliği miydi? Bilinmez.
Debelendi, attan inmek istedi. Ama Hıristiyan rahip onu bütün gücüyle
tutuyor ve üzerindeki büyüyü bozup onu bu çirkin kurbağa görünümünden
kurtarabilecekmiş gibi, yüksek sesle ilahi söylüyordu.
Gök kızıllaştı, ilk güneş ışınları bulutları deldi. Gün ışığı kurbağanın
üzerine vurur vurmaz dönüşüm gerçekleşti, yaratık bir kez daha güzel genç
kız görünümüne ve şeytani ruhuna büründü. Rahip şimdi kollarının arasında
dünyanın en güzel kadınını tutuyordu. Bu görüntü karşısında dehşete
kapılan rahip; yeni bir kötülüğün kurbanı olduğunu düşünerek, attan atladı
ve hayvanı durdurdu. Ama aynı anda genç Helga da yere atlamıştı. Kısacık
eteği ancak dizlerine kadar geliyordu. Kemerinden keskin bıçağını çekip,
şaşkına dönen adama karşı saldırıya geçti.
“Seni yakalarsam,” diye bağırıyordu, “seni bir yakalarsam, bıçağımla
karnını deşeceğim. Saz benizli, tüysüz köle seni!”
Adamın üzerine atladı ve müthiş bir kavgaya tutuştular, ama görünmez
güçler rahibe yardım ediyor gibiydi. Adam Helga’yı sıkıca tuttu, o sırada
yanlarındaki yaşlı meşe ağacı imdadına yetişti, yarı yarıyı toprağın
üzerine çıkmış kökleri kızın ayağına dolanıp onu kımıldayamaz hale
getirdi. Hemen oracıkta bir pınar akıyordu. Rahip pınarın temiz suyunu
kızın göğsüne ve yüzüne serpti, kötü ruhların çekip gitmesini istedi.
Dualar etti, ama içinde inanç pınarı çağlamayan birini, vaftiz suyu bile
etkilemiyordu ne yazık ki. Ama yine de adamın gücü biraz olsun etkisini
göstermişti. Kızın kolları iki yanına düşmüş, gözleri büyümüş, yüzü
sararmış, gizli sanatlarda güçlü bir büyücü gibi görünen bu adama bbakmaya
başlamıştı dehşetle. Garip şeyler yapıyor, havaya anlaşılmaz işaretler
çiziyordu! Burnunun dibinde parlayan bir balta veya keskin bir bıçak
sallansa, gözünü bile kırpmazdı, ama adam göğsüne ve yüzüne haç işareti
çizdikçe, boynu bükük evcil bir kuş gibi öylece oturuyordu.
Yaptığı o sevgi dolu hareketten, geceleyin çirkin kurbağa kılığında yanına
gelip bağlarını çözerek kendisini yeniden gün ışığına ve yaşama
kavuşturduğundan söz ediyordu tatlı bir sesle. Onun daha güçlü bir bağla
tutsak edildiğini, ama kendisinin yardımıyla kurtulacağını söylüyordu. Onu
kutsal Ansgarius’a, kendi şehrine götürecek, orada bu büyüden
kurtaracaktı. Ama onu oraya götürürken, iyi niyetli davransa bile, atın
üzerinde, önünde oturamayacaktı.
“Arkamda oturman gerek, önümde değil. Şeytani bir güç var büyüleyici
güzelliğinde; bu beni korkutuyor… Ama İsa adına, zaferi ben kazanacağım.”
Sonra diz çöküp dua etti…
Helga atın üzerine, arkaya oturtulmaya sabırla katlandı ve yol boyunca hiç
sesini çıkarmadı. Rahip atıyla ormanın içine daldı. Ağaçlar gittikçe
sıklaşıyor, yol daraldıkça daralıyor, çalılar önlerini kestiği için
etrafından dolaşmak zorunda kalıyorlardı. Küçük pınar çağlayan bir dereye
değil, berbat bir bataklığa dönüşmüştü burada, onun da çevresinden
dolaşmak zorunda kaldılar.
Su damlaları, en sert taşı bile delebilir. Denizin dalgaları zamanla en
sivri kayaları bile aşındırıp yuvarlatır. Tanrı’nın inayeti de, küçük
Helga’daki sertliği ve katılığı yumuşatmaya başlamıştız; gerçi bu henüz
fark edilmiyordu, kendisi bile farkında değildi; toprağın derinliklerinde
gömülü bir tohum, serin sular ve sıcacık güneş ışınları sayesinde büyüyüp
çiçek açacağını ne bilsin!
Ormandan çıktılar, bir fundalığı aştılar, sonra yine sık ormanlara
daldılar; akşama doğru bir haydut çetesiyle karşılaştılar.
“Bu güzel bebeği nereden buldun bakalım?” diye bağırıyordu haydutlar, atı
durdurup ikisini de aşağı indirirken… Çok kalabalık oldukları için
pervasızca davranıyorlardı. Rahibin yanında Helga’dan aldığı bıçaktan
başka bir silah yoktu, onu çekip saldırıya geçti. Haydutlardan biri
baltasını kaldırdı, rahip hemen yan taraf sıçradı, yoksa yaralanacaktı;
ama balta atın boynuna isabet etmişti, her tarafa kanlar fışkırdı ve
hayvan yere yığıldı. O sırada Helga derin bir uykudan uyanmış gibi sıçradı
ve kendini inleyen hayvanın üzerine attı. Rahip kendini ona siper etti ama
haydutlardan biri ağır demir sopasını kafasına indirince, kanlar içinde,
cansız yere düştü.
Haydutlar Helga’yı beyaz kollarından yakaladılar; ama tam o sırada güneş
batıyordu ve güneşin son ışığı da kaybolunca, kız yine çirkin bir
kurbağaya dönüştü. Yeşil-beyaz, koca bir ağız yüzünün yarısını kapladı,
kolları inceldi, elleri genişleyip kurbağa eline dönüştü. Bu manzarayı
gören haydutlar, dehşete kapılarak onu bıraktılar. Çirkin yaratık tam
ortalarında öylece duruyordu, sonra tıpkı kurbağalar gibi zıplayarak
ormanın içinde gözden kayboldu. Haydutlar bunun kötü bir büyücünün işi
olduğunu anlamışlardı, dehşet içinde ve telaşla savuşup kaçtılar.
Dolunay çıkmış, bütün görkemiyle parlarken, kurbağa kılığındaki küçük
Helga çalılıkların arasından çıktı. Genç rahibin cesedini ve kendi ölü
küheylanını görünce durdu, ağlamaklı gözlerle onlara baktı. Ağlayan
çocuklarınkine benzer bir sesle hıçkırmaya başladı. Kendini bir rahibin,
bir atının üzerine atıp ağladı. Koca ellerini tas gibi kullanıp avuç avuç
su taşıyarak, üzerlerine serpti. Ama faydasız, ölen ölmüş, giden gitmişti!
Bunu anladı. Birazdan vahşi hayvanlar gelip onları parçalayacaktı, böyle
bir şeye izin veremezdi! Bu yüzden, elinden geldiğince derin bir çukur
kazdı. Onlar için bir mezar hazırlamak istiyordu, ama elleri bu iş için
uygun değildi. Parmaklarının arasında kurbağa derileri vardı, bu deri
yırtılıp kanamaya başlamıştı. Bu işi beceremeyeceğini anladı. Gidip su
getirdi ve ölü adamın yüzünü yıkadı, üzerini büyük, yeşil yapraklarla
örttü, iri dallar taşıdı ve vücudun üzerine yığdı, dalların arasını
yapraklarla tıkadı, bulabildiği en ağır taşları getirip en üste yığdı ve
kalan boşlukları yosunla doldurdu. Sonunda güvenli bir mezar yaptığına
inandı, ama bu zahmetli iş bütün gecesini almış, güneş doğmuştu… Şimdi
küçük Helga, olanca güzelliği, kanayan elleri ve kızarmış yanaklarından
ilk kez süzülen gözyaşlarıyla orada öylece duruyordu.
Dönüşümü sırasında, içindeki iki kişilik savaşıyordu. Titredi ve sanki bir
kâbustan uyanıyormuş gibi çevresine bakındı, ince bir kayın ağacına
yaslanıp bir süre öylece kaldı, sonra bir kedi çevikliğiyle en tepedeki
dallara tırmanıp oraya yerleşti. Her şeyin ölü ve sessiz olduğu ormanın
ıssızlığında, ürkek bir sincap gibi bütün gün öylece oturdu. Ölü dedik
ama, aslında bir çift kelebek bütün canlılıkları ve neşeleriyle uçup
duruyordu etrafında. Hemen yakınında yüzlerce karınca telaşla koşturup
duruyordu. Havada sayısız tatarcık, sinek, uğur böcekleri ve altın kanatlı
yaratıklar dans ederek uçuşuyordu. Nemli zeminde solucanlar ve köstebekler
kaynaşıyordu, ama bunların dışında, gerçekten de bir ölüm sessizliği
hâkimdi ormana. Oturduğu ağacın çevresinde bağıra çağıra uçan kargalar
dışında, hiç kimse fark etmedi küçük Helga’yı. En cesaretlileri, dalların
üstünden hoplayıp ona yaklaştılar, ama Helga’nın gözlerindeki bakış,
uzaklaşmalarına yetti.
Akşam yaklaşıp güneş batmaya başladığında, dönüşümü Helga’yı harekete
geçirdi. Ağaçtan aşağı kayarak indi ve güneşin son ışıkları sönerken,
yaralı elleriyle kurbağa kılığına girdi, ama bu kez gözleri güzel biçimini
aldığı zamanlardakinden daha parlaktı. Bakışlarının arkasında kurbağa
larvalarının* belirtileri sezilse de, onlar artık masum genç kız
bakışlarıydıve insan ruhunun derinliklerini yansıtıyorlardı. Güzel
gözlerinden akan yaşlar, kızın yüreğini temizliyordu sanki.
Rahibi ve olanları hüzünle hatırlayınca yine ağlamaya başladı. Mezara
dokunduğunda kurbağa derileri yırtık eldivenler gibi sıyrılıp çıktı
ellerinden. Ellerini pınarın suyunda yıkadı ve ellerinin narin beyazlığına
hayretle bakakaldı. Mezara bir kez daha dokununca, kurbağa derisi
üzerinden düştü: Şimdi bütün gençliği ve güzelliğiyle duruyordu orada; ama
yorgunluktan bitmişti, bedeni dinlenmek istiyordu, uykuya daldı.
Ama uykusu uzun sürmedi. Gece yarısı uyandı. Ölen atı, gözlerinden hayat
fışkırarak, bütün canlılığıyla önünde hoplayıp sıçrıyor, yanında da,
alevler içinde görüntüsüyle rahip duruyordu.
Rahibin sevgi dolu gözlerinde, yüreğinin derinliklerine işleyen bir
dürüstlük ve içtenlik vardı. Küçük Helga titredi ve o anda başından geçen
her şeyi hatırladı.. Yaşadığı bütün iyilikleri, kendisine söylenen sevgi
dolu sözleri, bütün canlılığıyla tekrar yaşıyordu şimdi. O anda ruhunun
tertemiz olduğunu hissetti.
“Sen bataklıkların kızı,” dedi rahip, “bataklıktan ve topraktan geldin,
yine topraktan yükseleceksin! Ama kutsanmadan önce, derin turbalığı örten
su örtüsünü kaldırıp, varlığının nedeni olan canlıyı oradan çıkarmak
zorundasın!”
Sonra onu ata bindirdi ve eline, önceden Viking’in evinde gördüğüne
benzer, altın bir buhurdanlık verdi, hoş bir koku yükseliyordu kaptan.
Karşılarında uğuldayan orman vardı ve tepelerin altında, ölmüş atlarıyla
birlikte yatan dev gibi adamlar… Bu güçlü varlıklar doğruldular, atlarıyla
birlikte mezarlarından çıkıp tepelerin doruklarında yerlerini aldılar. Ay
ışığında alınlarındaki altın çelenkler parlıyor, pelerinleri rüzgârda
uçuşuyordu. Hazinelerinin başında bekçilik yapan ejderha başını kaldırıp
onlara baktı. Cinler yuvalarından başlarını çıkardılar, yanan kâğıdın
küllerindeki gibi, kırmızı, mavi, yeşil ışıklar yayıyorlardı etrafa.
Sonra birlikte uçmaya başladılar. Ormanı, fundalığı, dereleri ve bataklığı
aşıp, üzerinde kocaman daireler çizdikleri Vahşi Turbalığa vardılar.
Rahibin dudaklarından ilahiler dökülüyor, Helga da, annesinin şarkısına
eşlik eden bir çocuk gibi onunla birlikte söylüyordu. Helga altın
buhurdanlığı salladı, etrafa öyle güzel bir koku yayıldı ki, bataklıkta
çiçekler açtı. Derinliklerde yatan ve içinde hayat barındıran bütün
tohumlar yeşerdi. Su zambakları, çiçekli bir halı gibi su yüzeyini tamamen
kapladı. Bunların üzerinde ise bir kadın uyuyordu, genç ve güzel bir
kadın… Helga ona bakınca, bir an durgun su yüzeyinde kendi yansımasını
gördüğünü sandı. Oysa gördüğü kadın, öz annesiydi… Bataklıklar Kralı’nın
karısı, Nil’in sularının prensesiydi o… Rahip, uyuyan kadını ata bindirdi
ve üçü birlikte bataklıktan çıkıp sağ salim karaya ulaştılar.
Viking’in evinde horozlar öter ve rüzgârın sürüklediği hayaletler sisin
içinde belirsizleşirken, ana-kız karşılıklı duruyorlardı.
“Derin suya yansıyan benim görüntüm mü?” dedi anne.
“Ayna gibi parlayan bir kalkanda kendimi görüyorum herhalde?” diye bağırdı
kızı.
Sonra birbirlerine yaklaştılar ve kucaklaştılar. En hızlı çarpan kalp
annenin kalbiydi elbette ve anne bir anda her şeyi anladı.
“Yavrum benim! Kalbimin çiçeği! Derin sulardan gelen lotus çiçeğim!” dedi.
Kızına sarılıp ağlamaya başladı. Annesinin gözyaşları Helga’nın yüreğini
sevgiyle yıkıyordu.
“Buraya kuğu kıyafetiyle geldim ve sonra onları üzerimden çıkardım,” dedi
annesi. “Sonra, etrafımı duvar gibi saran bataklığın derinliklerine
gömüldüm. Bir güç beni gittikçe daha derinlere çekti, gözkapaklarımın
üzerinde uykunun elini hissettim, uykuya daldım ve bir rüya gördüm:
Rüyamda yine Mısır’da, piramitlerdeydim, ama önümde, beni bataklıkta da
korkutmuş olan o kızılağaç kütüğü vardı. Ağacın kabuğu üzerindeki
çatlakları inceledim, renkli ışıklar gibi parlıyorlardı. Önce hiyeroglif*
yazılarına ve sonra da mumya sargılarına dönüştüler. En sonunda sargılar
düştü, bin yıl önceden kalma, mumyalanmış firavun çıktı ortaya. Zift gibi
kara, salyangoz gibi vıcık vıcık, bataklık çamuru gibi yapışkandı. Bu
mumya firavun muydu, yoksa bataklıklar kralı mı, emin değildim. Kollarını
bana uzatınca, kendimi ölecekmiş gibi hissettim. Tekrar kendime geldiğimde
göğsümün üzerinde bir sıcaklık hissettim; göğsümde küçük bir kuş oturuyor,
kanatlarını çırparak cıvıldıyordu. Göğsümden havalanıp karanlığa doğru
uçtu ama yeşil bir kurdele hâlâ beni ona bağlıyordu. Özlemimi haykırdığını
duyuyordum: Özgürlük! Gün ışığı. Baba! diye bağırıyordu… Bunun üzerine
kendi babamı, güneşli yurdumu, kendi hayatımı ve sevgimi hatırladım,
kurdeleyi çözdüm, onun uçup vatanına gitmesine izin verdim. O andan beri
rüya görmüyorum; seslerin ve kokuların beni uyandırdığı şu dakikaya kadar
da uzun ve derin bir uykudaydım.”
Annenin kalbini kuşa bağlayan yeşil kurdele nereye gitmişti peki? Bunu
sadece leylek görmüştü. O kurdele aslında bataklıkta uzayan yeşil bitki
dalıydı. Şimdi büyüyüp güzel bir genç kız olan ve annesinin kollarında
huzura kavuşan çocuğu taşıyan çiçeğin sapıydı.
Anne-kız birbirlerine sarılmış dururken, baba leylek onların üzerinde
daireler çizerek uçuyordu; sonra yuvasına doğru uçup orada yıllardır
sakladığı kuğu kıyafetlerini getirdi ve her ikisinin üzerine de birer tane
attı. Kuğu tüyleri anne-kızın üstüne yapıştı ve ikisi birer beyaz kuğu
olup göğe yükseldiler.
“Şimdi konuşabiliriz!” dedi baba leylek. “gagalarımız farklı olsa da,
ortak bir dil konuşacağız artık. Bugün gelmeniz şanslı bir rastlantıydı,
çünkü biz –anne leylek, çocuklar ve ben– yarın yola çıkmış olacaktık.
Güneye uçacağız. Evet, bakın bana, ben Nil kıyılarındaki eski dostunuzum,
anne leylek de öyle. Siz ona aldırmayın, sivri gagasının arkasında altın
gibi bir kalbi vardır. O hep demişti, prenses kendi başının çaresine bakar
diye! Ben ve çocuklar, kuğu kıyafetlerini buraya taşıdık! Tanrım ne kadar
sevinçliyim! Ve hâlâ burada olmam ne büyük şans! Şafak söker sökmez bütün
leylek milletiyle birlikte yola çıkacağız. Biz en önde uçacağız, siz bizi
izleyin, böylece yolunuzu şaşırmazsınız. Ben ve çocuklar size göz kulak
oluruz!”
“Götürmem gereken lotus çiçeği kuğu tüyleri içinde, yanımda uçuyor
olacak,” dedi Mısırlı prenses. “Kalbimin çiçeğini beraberimde götürüyorum,
çözüm buydu işte. Artık eve gidiyoruz! Eve gidiyoruz!”
Ama Helga öteki annesini, yani Viking’in sevgi dolu karısını görmeden
Danimarka’dan ayrılamayacağını söyledi. Şimdi Helga’nın zihninde bütün o
güzel anılar canlanıyor ve Viking annesinin bütün o sevgi dolu sözlerini,
döktüğü her bir gözyaşını tek tek hatırlıyor ve o anda, en çok Viking
annesini seviyormuş gibi hissediyordu.
“Evet, Viking’in evine gitmeliyiz!” dedi baba leylek. “Anne leylek ile
çocuklar orada bekliyorlar. Nasıl da gözlerini açıp gagalarını
takırdatıyorlar görseniz! Anne leylek fazla konuşmaz, lafı kestirip atar
ama bir o kadar da iyidir! Geldiğimizi duysunlar diye gürültü yapacağım
şimdi!”
Sonra gagasını takırdattı ve kuğularla birlikte Viking’in evine doğru yola
koyuldu.
Viking’in evinde, herkes derin bir uykudaydı. Viking’in karısı ancak gece
yarısı uyuyabilmişti, Hıristiyan rahiple birlikte ortadan kaybolup üç
gündür görünmeyen Küçük Helga’yı merak ettiği için gözüne uyku girmemişti.
Rahibi kaçırmış olmalıydı, çünkü ahırda eksik olan at, Helga’nın atıydı.
Bunu hangi gücün yardımıyla yapabilmişti? Viking’in karısı, rahibin dinine
inananların, yarattığı mucizeleri düşündü. O hâlâ endişeler içinde
yatağında oturduğunu sanırken, zihnindeki düşünceler rüyalarında
biçimleniyordu. Dışarıda, karanlıkta bir fırtına çıkmıştı; dört bir
yanında, Kuzey Denizi’nden, Kattegat Denizi’nden* gelen dalgaların
gümbürtüsünü duyuyordu. Okyanusun dibinde dünyayı saran dev yılan korkular
içinde titriyor, çırpınıyordu. Çünkü tanrıların gecesi Ragnarok, yani her
şeyin batacağı, en büyük tanrıların bile yok olacağı Kıyamet Günü
yaklaşıyordu. Boru sesleri yankılandı, gökkuşağının üzerindeki zırhlara
bürünmüş tanrılar, son savaşlarına gitmek üzere, atlarıyla yola çıktılar.
Önlerinde, geniş kanatlarıyla Valkürler* uçuyordu ve ölü savaşçıların
hayaletleri saflardaki yerlerini almışlardı. Her yer kuzey ışıklarıyla
pırıl pırıl aydınlanmıştı, ama zaferi yine karanlık kazanıyordu. Korkunç
bir görüntüydü bu.
Küçük Helga, çirkin kurbağa kılığında korkudan titreyerek, dehşete
kapılmış Viking kadının tam yanında oturuyordu ve annesine sokuluyordu.
Annesi onu kucağına aldı, çirkin kurbağa derisine aldırış etmeden sevgiyle
bağrına bastı. O anda çevrelerini kılıç şakırtıları, gürz* sesleri sardı.
Üzerlerine yağmur gibi vızıldayan oklar yağıyordu. Gökyüzünün ve
yeryüzünün birbirine gireceği, yıldızların düşeceği, her şeyin yanıp kül
olacağı saat gelmişti işte. Ama Viking’in karısı yeni bir gökyüzünün, yeni
bir yeryüzünün ortaya çıkacağını, denizlerin altın kumlar üzerinde
çalkalandığı yerde buğdayların biteceğini biliyordu. O zaman yeryüzünde o
isimsiz Tanrı hüküm sürecekti ve ölüler imparatorluğundan kurtulan sevgi
dolu Baldur* o Tanrı’nın yanına yükselecekti. Viking’in karısı birden genç
rahibin çıkageldiğini gördü. Rahip, çirkin kurbağa çocuğun alnına bir
öpücük kondurdu ve o anda kurbağa derisi sıyrılıp düştü, şimdi Helga pırıl
pırıl parlayan güzelliğiyle karşısında duruyordu. Annesinin ellerini öptü,
kötü günlerinde kendisine gösterdiği ilgi ve sevgi için teşekkür etti.
Sonra güçlü bir kuğuya dönüşüp şahane kanatlarını açarak havalandı ve
göçmen kuş sürülerinin peşine takıldı.
Viking’in karısı o anda uyandı. Dışarıdan gerçekten de telaşlı kanat
sesleri geliyordu. Leyleklerin göç zamanı olduğunu biliyordu. Duyduğu
sesler bu yüzden olmalıydı. Yola çıkmadan önce leylekleri bir kez daha
görüp, onlarla vedalaşmak istedi. Kalkıp dışarı çıktı. Leyleklerin
çatılarda küme küme toplandıklarını, büyük bir sürünün, ağaçların üzerinde
daireler çizerek uçtuğunu gördü. Tam önünde, Helga’nın kenarına oturup
kendisini korkuttuğu kuyunun kenarında ise iki kuğu oturuyor ve zeki
gözlerle kendisine bakıyorlardı. O anda, hâlâ bütün canlılığıyla içinde
hissettiği rüyayı düşününce, Küçük Helga’yı kuğu kılığında gördüğünü
hatırladı ve kalbinde bir sevinç duydu.
Kuğular kanat çırptılar, sanki onu selamlamak ister gibi başlarını
eğdiler. Viking’in karısı da, olanları anlamış gibi kollarını onlara doğru
uzatarak, gözlerinde yaşlarla gülümsedi.
Bir anda ortalığı kanat sesleri sardı ve bütün leylekler güneye gitmek
üzere harekete geçtiler.
“Kuğuları beklemeyeceğiz,” dedi anne leylek, “birlikte uçmak istiyorlarsa
gelseydiler. Yağmurkuşları yola çıkana kadar bekleyecek halimiz yok!
Ailece uçmak güzel bir şey. Dişileriyle erkekleri ayrı ayrı uçan
ispinozlar gibi yapamayız ki! Böyle bir şeyi hiç de doğru bulmuyorum!
Ayrıca bu kuğularınki ne biçim kanat çırpmak öyle!”
“Herkesin kendine göre bir uçma tarzı vardır!” dedi baba leylek. “Kuğular
verev bir şekil çizerek, turnalar üçgen şeklinde, yağmur kuşları ise yılan
gibi peş peşe dizilerek uçarlar.”
“Havada uçarken yılanlardan söz etme!” dedi anne leylek. “Çocuklar acıktık
diye tutturacaklar şimdi!”
“Adını hep duyduğum yüksek dağlar bunlar mı?” diye sordu kuğu kılığındaki
Helga.
“O altımızda uzananlar fırtına bulutları!” dedi annesi.
“Bu kadar yükselen şu beyaz bulutlar ne peki?” diye sordu Helga.
“O gördüğün şey, sürekli karla kaplı olan dağlar!” dedi annesi. Alplerin
üzerinden geçerek, turkuvaz mavisi Akdeniz’e doğru uçuyorlardı o sırada.
Sonra birden, “Afrika! İşte Mısır sahilleri!” diye bağırdı Nil’in kızı
neşeyle. Altlarındaki altın renkli dar sahil şeridine, anavatanına
bakıyordu havadan.
Kuşlar da sahili görmüşlerdi, hızlarını daha da artırdılar.
“Nil’in çamurunun ve ıslak kurbağaların kokusunu alıyorum,” dedi anne
leylek, “Sabırsızlıktan öleceğim. Evet, tıka basa karnınızı
doyuracaksınız! Ayrıca hint turnalarını, ibis kuşlarını ve telli turnaları
göreceksiniz! Onlar da bizim aileden, ama bizim kadar güzel değiller.
Özellikle ibis kuşları pek kibirlidir. Mısırlılar onları çok şımartıyor,
içlerini mumyalar gibi baharatlarla dolduruyorlar. Ben şahsen karnımın
kurbağayla dolu olmasını tercih ederim. Sanırım siz de bunu tercih
edersiniz, birazdan öyle de olacak zaten. Ölüp de süslerle püslerle
donatılacağımıza, hayattayken midemizi doldururuz daha iyi. Ben böyle
düşünüyorum ve de ben her zaman doğru düşünürüm!”
Nil kıyısındaki zengin sarayda yaşayanlar, “Leylekler geldi!” dediler.
Firavun, büyük salondaki leopar postu örtülü yumuşak yatağında, kuzeydeki
derin turbalıktan gelecek lotus çiçeğini umutla bekleyerek, ölü gibi
yatıyordu hâlâ. Leyleklerle birlikte gelen iki görkemli kuğu uçarak salona
girdiğinde, herkes firavunun yatağının çevresine toplanmış bekliyordu.
Kuğular bembeyaz tüylerinden soyununca, birbirine su damlası kadar
benzeyen iki güzel kadın çıktı ortaya. Upuzun saçlarını arkaya atarak ölüm
döşeğindeki yaşlı adamın önünde eğildiler. Küçük Helga büyükbabasının
üzerine eğilir eğilmez, adamın yanaklarına renk, bakışlarına can geldi ve
bedeni yeniden hayat buldu. Yaşlı adam, delikanlılar gibi sapasağlam ayağa
kalktı, bitmeyen bir kâbustan uyanırcasına, kızıyla torununu kucakladı.
Mısır sarayını saran sevinç, leyleklerin yuvasını şenlendirmişti. Ama
oradaki neşe, yiyeceğin, özellikle kurbağaların bolluğundan
kaynaklanıyordu. Bilge kişiler saraya ve ülkeye mutluluk getiren
prenseslerin öyküsü ve sağlık çiçeği konusundaki görüşlerini bildirirken,
leylekler de aynı öyküyü ailelerine kendi tarzlarında anlattılar, ama
elbette karınlarını iyice doyurduktan sonra! Çünkü karın doyurmak, öykü
dinlemekten daha önemli bir işti!
“Eh artık sen de bir şey olursun mutlaka!” dedi anne leylek. “Bunu hak
ettin!”
“Ne olacakmışım canım!” dedi baba leylek. “Ben ne yaptım ki! Hiçbir şey
yapmadım!”
“Sen herkesten fazlasını yaptın. Sen ve çocuklar olmasaydı, o iki prenses
Mısır’ı bir daha asla göremezlerdi ve yaşlı adam da sağlığına kavuşamazdı.
Bir şey olacaksın! Fahri doktor unvanı alacağından eminim! Çocuklarımız ve
onların çocukları da bu unvanı taşıyacaklardır! Zaten Mısırlı bir bilim
adamına çok benziyorsun… En azından benim gözümde…”
Bilgeler, bu olayı açıklayıcı temel düşüncelerini ortaya koydular: “Sevgi
hayatın temelidir!” Sonra bitmez tükenmez açıklamalara giriştiler: “Sıcak
güneş ışınları Mısırlı prensesin ta kendisiydi. Prenses, Bataklıklar
kralıyla buluştu ve onların kucaklaşmasından hayat veren şu çiçek…”
Anlatılanları çatıdan dinleyip ailesine anlatmaya çalışan baba leylek,
“Konuşulanları tam olarak aktaramam,” dedi. “Söyledikleri o kadar karışık,
o kadar akıllı sözlerdi ki, kavuştukları mevkilerin yanı sıra bir sürü de
hediye aldılar, aşçı bile büyük bir nişan sahibi oldu, herhalde yaptığı
çorba karşılığında.”
“Peki sen ne aldın?” diye sordu anne leylek. “En önemli kişi
unutulmamalıydı! O kişi sensin elbette! Bilginlerin yaptığı tek şey çene
çalmak! Senin sıran da gelecektir ama!”
Gecenin geç saatlerinde, mutluluk içindeki saraya uykunun huzuru hâkim
olmuşken, uyumayan biri vardı. Baba leylek değildi bu; gerçi o da
yuvasında tek bacağının üzerinde dikiliyor ve nöbet tutuyordu ama, asıl
uyumayan Küçük Helga’ydı. Berrak havada balkondan eğilmiş, parlayan
yıldızlara bakıyordu. Yıldızlar, kuzeyde gördüklerinden çok daha parlak ve
iri görünüyorlardı, ama yine de aynı yıldızlardı işte. Vahşi Turbalıktaki
annesini, Viking’in karısını düşünüyordu. Onun şefkatli gözlerini, şimdi
tatlı ilkbahar havasında, Nil kıyısında yıldızların altında duran bu
zavallı kurbağa çocuk için döktüğü gözyaşlarını… Kadının kalbindeki
sevgiyi hatırlıyordu, insan biçimindeyken kötü bir hayvan olan, hayvan
biçimindeyken ise yüzüne bakılmayacak derecede çirkin görünen o zavallı
yaratığa verdiği sevgiyi…
Baharın başında, leylekler yine kuzeye göç etmek üzereyken, Helga altın
bileziğine adını kazıdı ve baba leyleği çağırdı. Bileziği onun boynuna
takıp Viking’in karısına götürmesini rica etti; istiyordu ki, analığı
yaşadığını, mutlu olduğunu ve onu unutmadığını bilsin.
“Taşımak çok zor bunu!” diye düşündü leylek, bileziğin ağırlığını boynunda
hissedince. “Ama altın da onur da sokağa atılmaz. Üstelik leylekler şans
getirir derler…”
“Sen altınların üstünde kuluçkaya yatıyorsun, ben yumurtaların,” dedi anne
leylek, “ama sen bir kere yapıyorsun bunu, bense her yıl. Yine de kimse
kıymetimizi bilmiyor. Bu beni hasta ediyor!”
“Herkes yaptığı iyiliğin bilincindedir,” dedi baba leylek.
“Bunu boynuna asıp dolaşamazsın ki!” dedi anne leylek. “Ne uçuşumuza
yardım edecek güzel bir rüzgâr, ne de yiyecek getirir bu.”
Sonra yola çıktılar.
Demirhindi ağaçlarında şakıyan küçük bülbül de kuzeye göçecekti. Helga
onun Vahşi Turbalığın orada öttüğünü duyardı hep. Onunla bir mesaj
gönderecekti; kuğu kılığına girmiş olduğu için kuşların dilini biliyordu
artık. O zamandan beri, leyleklerle ve kırlangıçlarla konuşuyordu hep.
Bülbül onu anlıyordu. Helga bülbülden Jutland yarımadasındaki kayın
ormanına gidip, ormandaki kuşlara, kendisinin taşlardan ve çalılardan
yaptığı mezarı korumalarını ve orada şakımalarını söylemesini rica etti.
Bülbül uçup gitti, zaman ise akmaya devam etti.
Hasat zamanı, piramidin üstüne tünemiş olan kartal, yüklü develerden ve
Arap atlarına binmiş silahlı muhafızlardan oluşan bir kervanın geçmekte
olduğunu gördü. Zengin konuklarla, her prens gibi yakışıklı olan bir Arap
prensi, çatısındaki leylek yuvası şimdi boş olan görkemli saraya
geliyordu. lLeylek yuvasının sahipleri henüz kuzeydeki yuvalarındaydılar,
ama yakında geri geleceklerdi.
Neşe ve mutluluğun doruk noktasına ulaştığı gün geldiler gerçekten de.
Sarayda bir düğün vardı. Gelin, ipekler ve mücevherler içindeki Küçük
Helga’ydı. Damat ise yakışıklı Arap prensi. Gelin ile damat masanın
başında, Helga’nın annesiyle büyükbabasının arasında oturuyorlardı.
Ama Helga, damadın siyah sakallarla çevrelenmiş yakışıklı yüzüne de,
kendisine dikilmiş ateşli kara gözlerine de bakmıyordu, gökyüzünde
parıldayan yıldızlara bakıyordu.
Tam o anda dışardan şiddetli kanat sesleri duyuldu; leylekler geri
gelmişlerdi. Yaşlı leylek çifti, yolculuk yüzünden yorgundu ve biraz
soluklanmak için verandanın parmaklıklarına konmuşlardı. Düğünden
haberleri vardı. Hatta daha sınırdayken, Küçük Helga’nın, -başından
geçenlere leylekler de dahil olduğu için- duvarlardan birine onların
resimlerini yaptırdığını duymuşlardı.
“Bu büyük bir onur,” dedi baba leylek.
“Çok az bir şey,” dedi anne leylek, “bundan daha azı olamazdı!”
Helga leylekleri görünce verandaya çıkıp onları okşadı. Yaşlı leylekler
başlarıyla onu selamladılar, yavrular bunu görünce pek gururlandılar.
Helga, gittikçe daha da parlaklaşan yıldıza baktı. Yıldızla kendisi
arasında şeffaf bir varlık belirmeye başlamıştı. Gitgide yaklaştı ve Helga
onun genç rahibin ta kendisi olduğunu anladı. O da gökler krallığından
Helga’nın düğününe katılmaya gelmişti. Rahip Helga’nın elinden tuttu ve
birlikte gökyüzüne yükseldiler ve yıldıların etrafında dolaşmaya
başladılar.
“Göklerdeki ihtişam, yeryüzündekinden kat kat büyüktür,” dedi genç adam.
“Artık dönmemiz gerekiyor, seni bekliyorlar!”
“Bir kere daha bakayım,” dedi Helga, “sadece bir kere!”
“Yeryüzüne dönmeliyiz, konuklar çoktan yola çıktı bile,”dedi rahip.
Helga yere indiğinde, dışarıdaki meşaleler, düğün salonundaki bütün
ışıklar sönmüş, leylekler gitmiş, konuklar ortadan kaybolmuştu. Damat da
ortalarda görünmüyordu, üç dakika içinde her şey yok olmuştu.
Helga bunu görünce büyük bir korkuya kapıldı; bomboş salondan geçip
yandaki odaya girdi. Odada yabancı askerler uyuyordu. Kendi odasına
geçilen yan kapıyı açtı ama kendini odası yerine, dışarıda, bahçede buldu…
Daha önce hiç görmediği bir yerdi burası, gök kıpkırmızı kesilmişti, tan
ağarmak üzereydi.
Gökyüzünde geçirdiği üç dakika içinde, yeryüzünde koskoca bir gece
bitmişti.
Sonra leylekleri gördü ve onlara kendi dillerinde seslendi; baba leylek
Helga’ya döndü ve “Bizim dilimizi biliyor musun sen?” diye sordu. “Ne
istiyorsun? Seni buraya getiren nedir yabancı?”
“Yabancı mı? Benim, Helga, beni tanımıyor musun? Daha üç dakika önce
verandada konuşuyorduk ya?”
“Yanılıyorsun!” dedi baba leylek. “Rüya görmüş olmalısın!”
“Hayır, hayır,” dedi Helga ve ona Viking’in evini, Vahşi Turbalığı,
Mısır’a yaptıkları yolculuğu hatırlatmaya çalıştı.
Bunun üzerine baba leylek gözlerini kırpıştırdı, “Hmmm,” dedi, “bu, büyük
büyük büyükannemin zamanından kalma, çok eski bir hikâye. Evet, burada,
Mısır’da, Danimarka topraklarından gelen bir prenses varmış gerçekten; ama
yüzlerce yıl önce, düğün gecesi ortadan kaybolmuş ve bir daha geri
gelmemiş. Bu hikâyeyi bahçedeki şu yazıttan, kendin de okuyabilirsin.
Üstüne kuğular ve leylekler işlenmiştir, en üstte de senin beyaz mermerden
bir heykelin var.”
Helga olup biteni anlamıştı, dizlerinin üzerine çöktü.
Güneş doğuyordu… Bir zamanlar nasıl gün ışığı üzerine değince kurbağa
derisinden kurtuluyor ve güzel kız ortaya çıkıyorduysa, şimdi de ışıklarla
yıkandıkça şeffaf, parlak bir varlık haline geliyor ve gökyüzüne
yükseliyordu.
Helga’nın bedeni toza dönüştü ve az önce onun durduğu yerde bir lotus
çiçeği belirdi.
“Bu, öykü için yeni bir son,” dedi baba leylek, “Böyle bir şey
beklemiyordum doğrusu, ama çok hoşuma gitti.”
“Bakalım çocuklar ne diyecekler buna?” diye cevap verdi anne leylek.
“Evet, işin en önemli yanı bu,” dedi baba leylek.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|