Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
ÇOBAN KIZI İLE BACA TEMİZLEYİCİSİ
Hayatında hiç eski moda ahşap bir dolap gördün mü?... Eskilikten kararmış,
oyma süslemeleri olan ahşap bir dolap? Bir oturma odasında, tam da böyle
bir dolap vardı işte… Çok çok eski zamanlardan kalma bir dolaptı bu.
baştan aşağı oyma güller ve lalelerle kaplı, el yapımı bir dolap…
Benzersiz oymalarla süslüydü ve bu oymaların arasından, çatal boynuzlu
küçük geyik başları uzanıyordu. Dolabın tam orta yerine bir adam figürü
oyulmuştu; gülünç bir görünüşü vardı ve üstelik gerçekten de gülüyordu,
aslında sırıtıyordu demek daha doğru olur, çünkü bunu gülmek diye
tanımlamak pek mümkün değildi. Ayakları keçi ayağıydı, alnında küçük
boynuzları ve uzun bir sakalı vardı. Odada oynamaya gelen çocuklar,
“Keçiayak-kor-orgeneral” adını takmışlardı ona. Adı görünümüne oldukça
uygundu. Böyle bir figürü tahtadan oymak kolay olmadığı için, adı da zor
söylenir bir isim olmalıydı. Ayrıca böyle bir isimle gurur duyacak çok az
kişi vardır. Harcanan onca emekten sonra, işte orada duruyordu adam.
Gözlerini bir an bile ayırmadan aynanın altındaki masaya bakıyordu, çünkü
orada, porselenden yapılmış pek sevimli bir çoban kızı duruyordu.
Ayakkabıları altın yaldızdandı, eteği bir gülle pek hoş bir şekilde
tutturulmuştu, ayrıca başında altın bir şapkası, elinde de bir çoban
değneği vardı; çok ama çok güzeldi. Kızın hemen yanında ise küçük bir baca
temizleyicisi duruyordu, rengi kömür karasıydı, ama o da porselenden
yapılmıştı. Aslında o da herkes gibi tertemizdi; baca temizleyicisi olarak
yapılmasının tek nedeni, porselen fabrikası sahibinin keyfinin öyle
istemiş olmasıydı; adam isteseydi onu prens de yapabilirdi pekâlâ.
Baca temizleyicisi, elinde merdiveni, pembe-beyaz kız güzeli yüzüyle çok
sevimliydi, ama bunda bir yanlışlık vardı, çünkü baca temizleyicisi
olduğuna göre biraz kara olmalıydı. Çoban kızıyla yan yana duruyordu hep.
Onları oraya yan yana koymuşlardı; eh mademki yan yana konulmuşlardı,
onlar da nişanlanmışlardı. Birbirlerine yakışıyorlardı da… İkisi de
gençti, aynı porselenden yapılmışlardı ve ikisi de çabuk kırılabilirdi.
Çoban kızı ile baca temizleyicisinin yanında, onların üç katı büyüklüğünde
bir başka biblo daha vardı. Başını sallayabilen yaşlı bir Çinliydi bu; o
da porselendendi… Çoban kızın büyükbabası olduğunu söylüyordu, ama bunu
kanıtlayamıyordu. Kızın üzerinde söz hakkı olduğunu öne sürüyordu ve bu
yüzden de, Keçiayak-kor-orgeneral, küçük çoban kızıyla evlenmek istediğini
söyleyince, başını sallayarak olur dedi.
“Bir kocan olacak,” dedi yaşlı Çinli, “Adamın maun ağacından yapıldığına
neredeyse eminim; seni de Kor-or-general yapabilir. Dolabı gümüş
takımlarıyla tıka basa dolu, gizli gözlerdeki hazineleri saymıyorum bile.”
“Ama ben o karanlık dolaba girmek istemiyorum!” dedi küçük çoban kızı.
“Duyduğuma göre, dolabın içinde porselenden yapılmış on bir karısı daha
varmış onun!”
“Sen de on ikinci karısı olursun o zaman!” dedi Çinli. “Bu gece eski dolap
gıcırdayınca, düğününüz yapılacak, işte o kadar!” Bunları söyleyip başını
salladı ve uykuya daldı.
Çoban kızı ağlamaya başladı ve tek sevdiği olan porselen baca
temizleyicisine baktı. “Ne olursun,” dedi, “gel benimle, uzaklara gidelim,
burada kalamayız artık!”
“Sen nasıl istersen öyle yaparız!” dedi küçük baca temizleyicisi. “Hemen
gidelim; elimde mesleğim var, çalışıp sana bakabileceğimden eminim!”
“Şu masadan aşağı bir inebilseydik!” diye cevap verdi çoban kızı, “buradan
uzaklaşmadıkça huzur bulamayacağım!”
Delikanlı onu teselli etti, sonra minik ayaklarını, masa bacağının oymalı
kenarlarında, yaldızlı işlemelerinde nerelere basacağını gösterdi.
Merdiveninden de yararlandı ve böylece hemen yere indiler. Ama eski dolaba
şöyle bir bakınca ne görsünler! Dolapta bir telaştır gidiyor! Bütün oyma
geyikler başlarını uzatmış, boynuzlarını kaldırmış ve boyunlarını onlara
doğru çevirmişlerdi. Keçiayak-kor-orgeneral yerinden fırlamış yaşlı
Çinliye sesleniyordu: “Kaçıyorlar! Kaçıyorlar!”
Bizimkiler çok korktu ve hemen pencerenin önündeki çekmeceye sıçradılar.
Çekmecede, bazı kartları eksik olan üç-dört deste iskambil kâğıdı vardı ve
koşullar izin verdiği kadarıyla bir de kukla tiyatrosu kurulmuştu.
Tiyatroda bir komedi oynanıyordu, bütün iskambil kızları, karo kızı, kupa
kızı, sinek kızı, maça kızı, ilk sıralara oturmuşlar, ellerindeki
lalelerle yelpazeleniyorlardı; onların arkasında valeler duruyordu ve
iskambil kâğıtlarında hep olduğu gibi, başları hem üstte hem de alttaydı.
Oyun, birbirine kavuşamayan iki sevgiliyi anlatıyordu; çoban kızı bunu
görünce ağlamaya başladı, çünkü tam da onun başına gelenlere benziyordu
oyunda olanlar.
“Dayanamayacağım!” diye bağırdı. “Bu çekmeceden çıkmalıyım.” Ama tekrar
yere inip de masaya bakınca, yaşlı Çinli’nin uyandığını ve iki yana
sallanmaya başladığını gördüler; böyle yapıyordu çünkü vücudunun alt kısmı
bir külçeden oluştuğu için kımıldayamıyordu.
“Yaşlı Çinli geliyor!” diye bir çığlık attı küçük çoban kızı ve kederle
porselen dizleri üzerine çöküverdi.
“Aklıma bir şey geldi!” dedi baca temizleyicisi. “Köşedeki vazoya girelim;
güllerle lavanta çiçeklerinin üzerine yatarız ve Çinli yaklaşınca
gözlerine tuz serperiz!”
“Bu her zaman işimize yaramaz ki!” dedi kız. “Ayrıca yaşlı Çinli ile o
vazo bir zamanlar nişanlıymışlar, eski dostlar düşman olmaz. Hayır,
uzaklara kaçmaktan başka çaremiz yok!”
“Benimle kaçmayı gerçekten göze alıyor musun?” diye sordu baca
temizleyicisi. “Dünyanın ne kadar büyük olduğunu, bir daha asla buraya
dönemeyeceğimizi biliyorsun, değil mi?”
“Biliyorum!” dedi kız kendinden emin.
Baca temizleyicisi, kıza uzun uzun baktı ve sonra, “Benim yolum bacadan
geçer! Benimle birlikte sobaya girmeyi, sonra da borulardan sürünmeyi göze
alabilir misin? Bu şekilde bacaya ulaşırız, sonrasını bana bırak. Onların
ulaşamayacağı kadar yükseğe çıkarız, orada, yukarda dünyaya açılan bir
delik var.”
Sonra kızı alıp sobanın ağzına götürdü.
“Uf, her yer kapkara!” dedi kız, ama yine de baca temizleyicisiyle
birlikte içeri girdi, sonra da zifir gibi karanlık borulardan yukarı
çıktı.
“İşte bacaya geldik!” dedi baca temizleyicisi. “Bak, bak, yukarda
yıldızların en güzeli parlıyor!”
Gerçekten de gökyüzünde, sanki onlara yol göstermek istiyormuş gibi tam
üzerlerinde ışıldayan bir yıldız vardı. Uzun mu uzun, korkunç bir yolda
sürüne sürüne tırmanıyorlardı. Baca temizleyicisi kızı kaldırıyor, yukarı
itiyor, minik porselen ayaklarının basacağı yerleri gösteriyordu. Böylece,
uğraşa didine bacanın ağzına vardılar ve oraya oturdular, çünkü gerçekten
çok yorulmuşlardı ve bu da şaşırtıcı bir şey değildi.
Gökyüzü yıldızlarla pırıl pırıldı, altlarında ise kentin bütün çatıları
uzanıyordu. Çepeçevre, her yeri görebiliyorlardı. Çoban kızı bu kadarını
düşünememişti; küçük başını baca temizleyicisinin başına dayadı, öyle
ağladı, öyle ağladı ki, kemerindeki altın yaldızlar döküldü.
“Bu kadarı çok fazla!” dedi. “Buna dayanamam. Dünya çok fazla büyükmüş! Ah
keşke yine aynanın altındaki küçük masada olsam. Oraya dönmedikçe rahat
huzur yok bana. Ben seninle bu kadar uzaklara geldim, eğer sen de beni
gerçekten seviyorsan, beni evime geri götürürsün.”
Baca temizleyicisi mantıklı, akıllı bir şekilde konuştu onunla, yaşlı
Çinli’den, Keçiayak-kor-orgeneral’den söz etti, ama çoban kızı öyle bir
ağlıyordu, küçük baca temizleyicisini öyle içten öpüyordu ki, taşlar, daha
doğrusu porselenler bile dayanamazdı buna… Baca temizleyicisi ne yapsın,
hiç de akıllıca olmadığı halde, kızın isteğine boyun eğdi.
Bin bir zahmetle tekrar bacadan aşağı indiler, borulardan sürünerek
geçtiler ve sonunda kapkaranlık sobaya vardılar. Odada durumun nasıl
olduğunu anlamak için, soba kapağının arkasında durup etrafa kulak
kabarttılar. Ortalık sessizdi; başlarını dışarı uzatıp baktılar –bir de ne
görsünler! Yaşlı Çinli odanın ortasında yere serilmiş yatmıyor mu! Onların
peşinden gitmek isterken masadan düşmüş, üç parçaya ayrılmış meğer… Sırtı
tek parça halinde kalmış, başı bir köşeye yuvarlanmış, öylece duruyordu.
Keçiayak-kor-orgeneral her zamanki yerinde duruyordu, düşüncelere
dalmıştı.
“Bu korkunç bir şey!” dedi küçük çoban kızı. “Yaşlı büyükbaba paramparça
olmuş, hep bizim yüzümüzden! Bu vicdan azabıyla nasıl yaşarım ben!”
Bunları söylerken üzüntüyle minik ellerini ovuşturuyordu.
“Yapıştırırlar!” dedi baca temizleyicisi. “Güzelce yapıştırırlar. Üzülme
sen. Sırtına tutkal sürer, ensesine de perçin yaparlar, eskisi gibi
sapasağlam olur, gene eskisi gibi azarlar bizi, hiç merak etme!”
“Öyle mi dersin?” dedi çoban kızı. Sonra ikisi birlikte tekrar masaya
tırmanıp eski yerlerine yerleştiler.
“Amma da yol teptik ha!” dedi baca temizleyicisi iğneleyici bir tavırla.
“Bu kadar çaba harcamaya ne gerek vardıysa!”
“Büyükbabayı bir onarabilseydik!” dedi çoban kızı. “Çok mu pahalıya patlar
acaba?”
Sonunda Çinli onarıldı. Ev sahipleri onun sırtına tutkal sürdü, ensesine
de güzel bir perçin yaptılar, eskisi gibi sapasağlam oldu, yalnız başını
sallayamıyordu artık.
“Parçalandıktan sonra pek de kendini beğenmiş oldunuz!” dedi Keçiayak-kor-orgeneral.
“Ama bu bence pek de gururlanılacak bir şey değil! Çoban kızını alabilecek
miyim, alamayacak mıyım ben şimdi?”
Baca temizleyicisi ile çoban kızı, yalvarırcasına yaşlı Çinli’ye baktılar.
Onun başını sallamasından korkuyorlardı; ama Çinli böyle bir şey yapamadı,
ayrıca da ensesinde bir perçin olduğunu yabancı birine söylemek
istemiyordu. Böylece bizim porselen sevgililer ayrılmadılar, büyükbabanın
perçinine dualar ettiler ve kırılıp gidinceye kadar birbirlerini sevmeyi
sürdürdüler.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|