Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
BÜLBÜL
Belki sen de bilirsin, Çin imparatoru Çinlidir; imparatorun çevresindeki
herkes de Çinlidir. Anlatacağım olay, çok uzun yıllar önce işte bu ülkede
oldu. Eskiden olmuş deyip geçme, zaten eski olduğu için bu hikâyeyi
dinlemek gerek, yoksa unutulup gidecek.
Çin imparatorunun sarayı, dünyanın en güzel sarayıymış ve paha biçilmez
bir porselenden yapılmış; ama bu porselen öyle ince, öyle kırılganmış ki,
dokunurken bile dikkat etmek gerekiyormuş. Bahçede eşsiz güzellikte
çiçekler varmış ve gelip geçenler çiçeklere bakmadan gitmesin diye de, bu
çiçeklerin her birinde, durmadan şıngırdayan gümüş çıngıraklar asılıymış.
İşte öylesine incelikle düşünülmüş her şey; uçsuz bucaksız bir bahçeymiş
bu, o kadar büyükmüş ki, bahçıvanı bile nerede bittiğini bilmezmiş. İçinde
ulu ağaçlar bulunan ormanlar, derin mi derin göller, ne ararsan varmış
bahçede. Orman, derin ve masmavi bir denize kadar uzanırmış. Gemiler,
denizin üzerine doğru uzayan dalların altından geçermiş. İşte bu ormanda,
dinleyenleri kendin geçirecek kadar güzel öten bir bülbül yaşarmış. Öyle
güzel şakıyormuş ki, geceleri, denize attığı ağları toplamak için dışarı
çıkan ve yapacak bir sürü işi olan yoksul balıkçı bile durup onu dinler,
“Tanrım, ne kadar da güzel ötüyor!” dermiş; ama bir süre sonra işinin
başına dönmek zorunda kalır ve kuşu unuturmuş tabii. Ertesi gece yine aynı
şey olur, bülbül ötmeye başlar ve balıkçı oraya gelince yine, “Tanrım, ne
kadar da güzel ötüyor!” dermiş.
Dünyanın dört bir yanından gezginler imparatorun kentini görmeye gelir,
sarayının ve bahçesinin güzelliği karşısında âdeta büyülenirlermiş, ama
bülbülün ötüşünü duyunca, “Bülbülün sesi, hepsinden güzel!” derlermiş.
Gezginler kendi ülkelerine dönünce bülbülü anlata anlata bitiremez,
imparatorun kenti, sarayı ve bahçesi hakkında kitaplar yazan bilginler,
yazılarında en değerli yeri bülbüle ayırırlar, şairler en güzel
şiirlerini, derin denizin kenarındaki ormanda yaşayan bülbül üzerine
yazarlarmış.
Bu kitaplar dünyanın bütün dillerine çevrilmiş ve nihayet kitaplardan
biri, imparatora kadar ulaşmış. İmparator altından yapılmış tahtına
kurulup kitabı okumuş, okudukça kafasını sallamış, çünkü kenti, sarayı ve
bahçesi hakkında yazılanlara çok memnun olmuş. Sonunda ise, “Ama bunların
içinde en güzeli bülbül!” cümlesi çıkmış karşısına.
“Bu da ne demek oluyor?” demiş imparator. “Bülbül mü? Benim haberim yok
bundan. Benim imparatorluğumda, benim kendi bahçemde böyle bir kuş mu var?
Hiç duymadım! Böyle bir kuş var ve ben bunu kitaplardan öğreniyorum ha?
Olacak şey değil!”
Hemen sarayın mabeyincisini* çağırtmış. Mabeyinci, daha alt kademeden biri
kendisiyle konuştuğunda veya bir şey sorduğunda, “Peh!” demekten başka bir
şey yapmayan, burnu havada bir adammış. Bu “Peh!”, hiçbir anlama
gelmiyormuş üstelik.
“Burada, benim sarayımda, bülbül dedikleri eşi benzeri bulunmaz bir kuş
yaşıyormuş!” diye buyurmuş imparator. “İmparatorluğumdaki en değerli şeyin
bu kuş olduğundan söz ediliyor; benim bundan niçin haberim yok?”
“Bu kuşun adını bile duymadım,” demiş mabeyinci, “saraya takdim edilmedi
ki!”
“Bülbül bu akşam buraya getirilecek ve benim huzurumda ötecek!” demiş
imparator. “Bütün dünya benim bülbülümü tanıyor, bir tek ben tanımıyorum!
Olacak şey değil!”
“Adını bile duymadım!” demiş mabeyinci şaşkınlıkla. “Onu bulup huzurunuza
getireceğim, merak etmeyin!”
Ama nerede bulmalı bu kuşu? Mabeyinci sarayın içinde dört dönmüş, herkese
sormuş, ama hiç kimsenin bülbülden haberi yokmuş. Dönüp dolaşmış, sonunda
tekrar imparatorun yanına gitmiş ve bu bülbül hikâyesinin kesinlikle kitap
yazarlarının uydurması olduğunu söylemiş. “Majesteleri, bu kitaplarda
yazılı olanlara inanmasınlar,” demiş, “baştan aşağı uydurma, yalan dolan
bunlar!”
“Ama benim okuduğum kitap,” demiş imparator, “yüce Japon hükümdarı
tarafından gönderildi, yalan olamaz. O bülbülü dinleyeceğim, bu akşam
burada olsun! Huzuruma çıkarsa, benden iyilik görür. Eğer gelmezse, akşam
yemeğini yerken, bütün saray halkının karnının üstünde adamlarım
tepinecek!”
“Çing-çong!” demiş mabeyinci ve başlamış yine sarayın içinde dört dönmeye;
aşağı yukarı koşturmuş, salonları, odaları aramış. O böyle koştururken
saray halkının yarısı da peşindeymiş, çünkü karınları üzerinde
tepinilmesini istemiyorlarmış. Bütün dünyanın bildiği, ama saraydan
kimsenin adını bile duymadığı bu acayip bülbülü herkes merak ediyormuş.
Sonunda, mutfakta bulaşıkçılık yapan bir kızcağız bulmuşlar. Kız demiş ki,
“Ah, bülbülü mü soruyorsunuz! Çok iyi bilirim onu! Nasıl da güzel öter!
Akşamları zavallı hasta anneciğime mutfaktan artan yemekleri götürürüm.
Annem, aşağıda, deniz kıyısında oturuyor; oradan geri dönerken ormanda
oturup dinlenirim biraz ve bülbülün ötüşünü dinlerim. Gözlerimden yaşlar
akar bülbülü dinlerken… O öyle öterken, anneciğim beni öpüyormuş gibi
gelir!”
“Aferin küçük kız,” demiş mabeyinci, “sana mutfakta daha iyi bir iş
verilmesini sağlayacağım, ayrıca imparatoru yemek yerken izleme iznine
sahip olacaksın. Sen yeter ki bizi bülbüle götür, çünkü bu akşam sarayda
şarkı söylemesi emredildi!”
Böylece hep birlikte bülbülün şarkı söylediği yere gitmek üzere ormanda
yola koyulmuşlar. Saray halkının yarısı da kızın peşindeymiş. Tam yolda
giderlerken, birden bir inek böğürmeye başlamış.
“Ah, işte,” demiş saraylı delikanlılardan biri, “bulduk bülbülü! Bu kadar
küçük bir hayvandan bu kadar gür bir ses çıkması pek acayip doğrusu! Ben
bu sesi daha önce de duymuştum kesinlikle!”
“Hayır, bu inek sesi!” demiş küçük bulaşıkçı kız. “Bülbülün bulunduğu
yerden epeyce uzaktayız daha!”
Derken bataklıktaki kurbağalar vraklamaya başlamış.
“Muhteşem!” demiş sarayın baş rahibi. “Duyuyorum onu; tapınaktaki çanların
çıkardığı seslere benziyor ötüşü!”
“Hayır, bunlar kurbağa!” diye cevap vermiş bulaşıkçı kız. “Ama yakında
onun sesini de duyacağız, merak etmeyin!”
Tam o sırada, bülbül şakımaya başlamış.
“İşte bu o!” demiş bulaşıkçı kız. “Dinleyin bakın… İşte orada!” Ve
yukarda, ağacın dalında duran, boz renkli ufacık bir kuşu göstermiş.
“Böyle bir şey mümkün olabilir mi!” demiş mabeyinci. “Bunu hiç tahmin
etmezdim! Hiçbir güzelliği yok bu kuşun! Bizim gibi önemli insanların
karşısında bulunduğu için, rengi soldu mutlaka!”
“Sevgili bülbül!” diye seslenmiş küçük bulaşıkçı kız. “Saygıdeğer
imparatorumuz, huzurunda şarkı söylemeni arzu ediyor!”
“Benim için zevktir!” diye cevap vermiş bülbül ve büyük bir keyifle
şakımaya koyulmuş.
“Billur gibi sesi var!” demiş mabeyinci. “Şunun küçücük gırtlağına bakın,
nasıl da hareket ediyor! Bu bülbülün sesini daha önce duymamış olmamız pek
garip! Sarayda büyük beğeni toplayacağı kesin!”
İmparatorun da orada bulunduğunu zanneden bülbül ise, “İmparator
hazretleri, bir şarkı daha isterler mi?” diye sormuş.
“Çok değerli, sevgili bülbülüm,” demiş mabeyinci, “sizi bu akşam için
saraya davet etmekten büyük mutluluk duyarım; şarkılarınızla saygıdeğer
majesteleri imparatoru büyüleyeceğinize eminim!”
“Majesteleri burada, yeşillikler içinde daha büyük keyif alırdı,” diye
cevap vermiş bülbül, ama imparatorun dileğini duyunca, onlarla birlikte
saraya gitmeyi kabul etmiş.
Sarayda şenlik hazırlıkları varmış. Porselenden yapılmış duvarlar ve
zemin, binlerce altın lambanın ışığı altında ışıl ışıl parlıyormuş.
Koridorlara, üzerlerinde çıngıraklar asılı o güzelim çiçekler
yerleştirilmiş. Koşuşturmaların, gidip gelmelerin yarattığı rüzgâr
yüzünden çiçeklerin çıngırakları öyle bir şıngırdıyormuş ki, insan
konuşurken, kendi sesini bile duyamıyormuş.
İmparatorun oturduğu salonun tam ortasına, üzerine bülbülün oturacağı, som
altından bir tünek yerleştirmişler. Bütün saray halkı oradaymış; küçük
bulaşıkçı kız da, artık sarayın baş aşçısı unvanını kazandığı için,
kapının arkasında durup dinleme iznini koparmış. Herkes en güzel giysileri
içindeymiş; imparator bir baş hareketiyle bülbülün gelmesini işaret eder
etmez, bütün bakışlar bu küçük, boz renkli kuşa dikilmiş.
Bülbül başlamış şakımaya… Öyle yanık bir sesle ötüyormuş ki, imparatorun
gözleri dolmuş, iki damla yaş, yanaklarından aşağı süzülmüş. Bunu gören
bülbül, daha da bir coşkuyla devam etmiş şarkılarına, büyük bir içtenlikle
şakıyormuş. İmparator o kadar memnun kalmış ki, bülbülün boynuna altın bir
terlik takılarak ödüllendirilmesini buyurmuş. Ama bülbül zaten en büyük
ödülü aldığını söyleyip teşekkür etmiş: “Yüce imparatorun gözlerinde yaş
gördüm, bu benim için en büyük hazinedir! Bir imparatorun gözyaşlarının
mucizevi bir gücü vardır! Yeterince aldım ödülümü!” demiş. Sonra o tatlı,
büyüleyici sesiyle şakımaya koyulmuş yeniden.
“Bu, duyduğumuz en güzel ses!” demiş çevresinde toplanmış hanımlar. Sonra
ağızlarını suyla doldurup, biri kendileriyle konuştuğunda, başlamışlar gur-gur
sesler çıkarmaya; böylece bülbüle benzediklerini sanıyorlarmış. Sarayın
uşakları ve hizmetçileri bile, memnuniyetlerini bildirmişler ve bu çok
önemli bir şeymiş, çünkü bu hizmetkârlar öyle kolay kolay her şeyi
beğenmezlermiş. Demek ki bülbül, gerçekten de mutluluk getirmiş saraya.
Bülbül bundan böyle sarayda kalacakmış, kendi özel kafesi olacakmış ve
gündüzleri iki, geceleri de bir kez, canının istediği gibi çıkıp dışarıda
gezebilecekmiş. Bu gezintiler sırasında, bacağına bağlı on iki ipek
ibrişimin ucundan tutarak kendisine eşlik edecek, on iki de hizmetkârı
olacakmış bülbülün. Bu şekilde gezintiye çıkmak, hiç de zevkli olmuyormuş
tabii.
Artık bütün kent, bu olağanüstü kuştan söz ediyormuş; hatta, yeni doğan on
bir çocuğa Bülbül adını koymuşlar, ama bu çocuklardan hiçbirinin sesi,
bülbülün sesine benzememiş tabii.
Günlerden bir gün imparatora, üzerinde “Bülbül” yazılı büyük bir sandık
gelmiş.
“Bizim ünlü kuşumuz üzerine bir kitap daha yazılmış anlaşılan!” demiş
imparator; ama bu kitap değil, bir sanat eseriymiş. Bir kutunun içine
yerleştirilmiş, canlı bülbüle benzeyen, elmaslarla, yakutlarla, safirlerle
bezeli, yapma bir bülbül. Bu yapma kuş kurulunca, hakiki bülbülün
söylediği şarkılardan birini söylemeye başlıyor, kuyruğunu yukarı aşağı
sallıyor ve altın gümüş pırıltıları saçıyormuş. Boynunda da bir gerdanlık
varmış ve üzerinde şu sözler yazılıymış: “Çin imparatoru’nun bülbülü
yanında, Japon İmparatoru’nun bülbülünün sözü bile edilmez!”
“Muhteşem bir şey bu!” demiş herkes; bülbülü getiren adama da,
“İmparatorluk Baş-Bülbül-Taşıyıcısı” unvanı verilmiş hemen.
“Şimdi ikisi birlikte ötsünler bakalım!” demişler. “Pek keyifli olacak
bu!”
Böylece ikisi birlikte ötmüşler, ama pek bir şeye benzememiş bu… Çünkü
hakiki bülbül kendi tarzında öterken, yapma kuş, bir silindirin üzerinde
kayıtlı olan melodiyi çalıyormuş. “Bu onun kabahati değil,” demiş saray
müzisyenlerinin başı, “o usulüne uygun ötüyor, tam da benim öğrencilerim
gibi!” Yapma kuşu tek başına öttürmüşler bu sefer ve hakiki kuş kadar
beğeni toplamış; ayrıca da hakiki kuştan çok daha güzel görünüyor,
mücevher gibi pırıl pırıl parlıyormuş.
Tam otuz üç kere kurmuşlar yapma bülbülü ve her seferinde de, bıkmadan
usanmadan aynı parçayı çalmış; davetliler tekrar dinlemek istemişlerse de,
imparator artık sıranın hakiki bülbülde olduğunu söylemiş… Ama hakiki
bülbülü koydunsa bul! Onun açık pencereden süzülüp doğruca yeşil ormanına
uçtuğunu, hiç kimse fark etmemiş.
“Bu da ne demek oluyor!” diye bağırmış imparator; sarayın önde gelen
kişileri de, bülbülün son derece nankör bir kuş olduğu konusunda fikir
birliğine varmışlar. “Olsun, asıl iyi olan hâlâ bizde!” demişler sonra ve
yapma bülbülü tekrar öttürmüşler, bu aynı parçayı otuz dördüncü çalışları
oluyormuş, ama hâlâ tam olarak ezberleyememişler, çünkü bayağı zor bir
parçaymış. Sarayın baş müzisyeninin bülbüle hayranlığı sonsuzmuş. Yapma
bülbülün hakiki bülbülden çok daha iyi olduğunu söylüyor, üstelik yapma
bülbülün sadece dış görünümü ve üzerindeki elmaslar bakımından değil,
müzikal güç bakımından da üstün olduğunu öne sürüyormuş.
“Efendimiz, yüce imparatorumuz bir düşünsünler!” demiş baş müzisyen.
“Hakiki bülbül öterken, ne dinleyeceğimizi asla bilemiyorduk, ama yapma
kuşun ne çalacağını biliyoruz; her şey kesin ve belirli; onu
açıklayabiliriz, içini bile açabiliriz, silindirin nasıl bir şey olduğunu,
kuşun nasıl çalıştığını ve seslerin birbirini nasıl izlediğini
anlayabiliriz!...”
“Biz de tam olarak böyle düşünüyoruz!” demiş herkes. Ve sonunda baş
müzisyen, gelecek pazar günü, yapma bülbülü halka da dinletmek için izin
koparmış. İmparator, “Halkım da duysun kuşun nasıl öttüğünü!” diye
buyurmuş. Herkes bülbülü dinlemiş, ötüşüne bayılmışlar, Çin çayı içmiş
gibi mest olmuşlar âdeta, çünkü dinleyenler Çinliymiş ve Çinliler çayı çok
severler! Bütün halk, “Oh, oh! Hi ho!” diye bağırıyor ve kendi
geleneklerine uyup, işaret parmakları havada, bir yandan da başlarını
sallıyorlarmış. Ama daha önce hakiki bülbülü dinlemiş olan yoksul
balıkçılar, “Bunun sesi de kulağa hoş geliyor,” demişler, “melodiler
benziyor, tamam, ama bir şey eksik sanki, nasıl anlatsak ki…”
Derken, hakiki bülbülün sürgüne gönderilmesine karar verilmiş.
Yapma kuş ise, ipek bir yastık üzerine yerleştirilip, imparatorun
yatağının yanı başına konmuş; kuşa hediye olarak verilen bütün altınlar ve
değerli taşlar, çepeçevre etrafına dizilmiş ve ayrıca da “Yüce İmparatorun
Komodin Şarkıcısı” unvanıyla ödüllendirilmiş. Adı ise saray ileri
gelenlerinin kaydedildiği defterde, sol sayfanın ilk hanesine yazılmış;
imparator kalbinde yeri olan, yani en sevdiği kişileri sol sayfaya
yazdırırmış. İmparatorların da kalbi sol tarafta olur ya, onun için… Baş
müzisyen ise, yapma kuş üzerine tam yirmi beş ciltlik bir kitap yazmış;
bir sürü bilgiyle dolu, uzun mu uzun bir kitapmış bu. Çince’nin
anlaşılması en zor sözcükleriyle yazılmış; ama yine de herkes bu kitabı
okuduğunu ve içinde yazılanları iyice öğrendiğini söylemiş. Aksi halde ya
aptal oldukları sanılacakmış ya da karınlarının üzerinde tepinilerek
cezalandırılacaklarmış.
Aradan bir yıl geçmiş: İmparator, saray halkı ve ne kadar Çinli varsa
herkes, yapma kuşun şarkısını en küçük notasına kadar ezberlemiş. Kuş
öterken onlar da şarkıya eşlik edebiliyorlarmış artık. Sokak çocukları
bile, “Ziziiz! Kluk-kluk-kluk!” diye şarkı söylüyorlarmış. İmparator da
söylüyormuş bu şarkıyı. Evet, bu harika bir şeymiş!
Ama bir akşam, yapma kuş şarkısını güzelce söyler, imparator yatağında
uzanıp onu dinlerken, kuşun içinden, “trrrp” diye bir ses gelmiş, sonra
bir şey “çat!” etmiş. Bütün çarklar dağılmış ve müzik susmuş.
İmparator yatağından fırladığı gibi, saray doktorunu çağırtmış, ama ne
fayda, doktor bir şey yapamamış! Ardından bir saatçi getirmişler, saatçi
kuşu evirmiş çevirmiş, orasını burasını kurcalamış, sonunda biraz
düzeltmiş… Düzeltmiş ama, kuşun artık çok yorulmaması gerektiğini, çünkü
cıvatalarının aşındığını, müziği bozmadan yeni cıvata takılmasının da
imkânsız olduğunu bildirmiş. Herkes büyük bir üzüntüye kapılmış! Yapma kuş
bundan böyle yılda ancak bir kez öttürülebilecekmiş. Üstelik bu bile çok
riskliymiş. Sonra baş müzisyen, çetrefil sözcüklerle dolu küçük bir
konuşma hazırlamış, her şeyin eskisi gibi yolunda olduğundan emin olduğunu
söylemiş ve böylece her şey yoluna girmiş.
Böylece aradan beş yıl daha geçmiş ve günün birinde ülke çok üzücü bir
durumla karşı karşıya kalmış. Herkesin çok güvendiği ve sevip saydığı
imparator hastalanıp yatağa düşmüş, söylentilere göre fazla
yaşamayacakmış. Yeni imparatorun kim olacağı bile belirlenmiş. Halk
sarayın önünde bekleşiyor, herkes mabeyinciye imparatorun sağlık durumunu
soruyormuş.
Mabeyinci, “Peh!” diyor ve başını umutsuzca iki yana sallıyormuş.
İmparator, kocaman muhteşem yatağında ölü gibi yatıyormuş. Bütün saray
halkı onun öldüğünü sanmış ve yeni imparatoru kutlamak için birbiriyle
yarışmaya başlamış. Uşaklar olayın dedikodusunu yapmak için işten
kaytarmış, hizmetçiler fırsattan istifade çay-kahve içmeye koşturmuşlar.
Ayak sesleri gürültü yapmasın diye bütün salonlara, koridorlara halılar
serilmiş, bu yüzden ortalıkta çıt çıkmıyormuş. Ama imparator ölmemiş, uzun
kadife perdeli, altın sırma püsküllerle süslü muhteşem yatağında,
kendinden geçmiş halde yatıyormuş. Yüksekte bir pencere açıkmış ve
pencereden giren ay ışığı, imparator ile yapma kuşun üzerine düşüyormuş.
Zavallı imparator nefes alamıyormuş, göğsünün üzerinde ağır bir şey
oturuyormuş sanki. Gözlerini hafifçe aralamış, bakmış ki göğsünün üzerinde
oturan ölümün ta kendisi! Başında imparatorun altın tacı varmış; bir
elinde imparatorun altın kılıcını, ötekinde muhteşem sancağını tutuyormuş.
Kadife yatak perdesinin kıvrımları arasından, bazıları çirkin mi çirkin,
bazıları güzel ve sevimli, acayip kafalar görünüp imparatora
bakıyorlarmış. Bunlar onun günahlarıyla sevaplarıymış; ölüm ise şimdi
kalbinin üzerinde oturuyormuş.
“Şunu hatırlıyor musun?” – “Bunu hatırlıyor musun?” diye fısıldayıp
duruyorlarmış. Öyle çok şey söylemişler ki, imparatorun şakaklarından
terler süzülmeye başlamış.
“Bunları bilmiyordum!” diye inlemiş imparator. “Müzik… Müzik istiyorum…
Büyük Çin davulları çalsın… Çalsın ki, onların söylediklerini duymayayım!”
Ama sesler susmak bilmemiş… Ölüm de, Çinliler gibi kafasını sallayarak
söylenenleri onaylayıp duruyormuş.
“Müzik, müzik!” diye bağırmış imparator. “Benim sevgili altın kuşum,
ötsene, ötsene biraz! Ben seni altınlara, elmaslara boğdum, kendi altın
terliğimi bile boynuna astım, öt biraz, haydi öt!”
Ama kuş susmaya devam etmiş, nasıl ötsün ki, odada onu kuracak kimse
yokmuş! Ölüm ise kocaman oyuk gözlerini imparatora dikmiş bakıyormuş;
ortalık sessizmiş, korkunç derecede sessiz.
Tam o sırada, açık duran pencereden eşsiz bir ötüş duyulmuş. Dışarıda bir
dalın üzerine tünemiş olan, bizim hakiki, canlı bülbülden geliyormuş bu
ses. Meğer bülbül, imparatorun hasta yattığını duymuş ve ötüşüyle onu
avutmak, ona umut vermek için koşup gelmiş. Bülbülün ötmeye başlamasıyla,
o hayaletler birer birer silinip kaybolmuşlar ortadan. İmparatorun bitkin
bedeninde hızla kan dolaşmaya başlamış, ölüm bile kulak kesilmiş bülbülün
sesine ve “Öt küçük kuş! Sakın durma!” demiş.
Bülbül, “Öterim,” demiş, “ama bana imparatorun altın kılıcını verirsen…
imparatorluk sancağını ve imparatorun altın tacını verirsen!”
Ölüm, her bir şarkı için imparatorun eşyalarından birini vermiş ve bülbül
ötmeyi sürdürmüş. Şarkısında beyaz güllerin yetiştiği, leylakların mis
gibi koktuğu huzurlu mezarlıklardan, insanların gözyaşlarıyla sulanan
yemyeşil çimenlerden söz ediyormuş. Öyle güzel söylüyormuş ki şarkısını,
sonunda ölüm kendi bahçesinin özlemiyle yanar olmuş ve soğuk beyaz bir sis
bulutu gibi pencereden süzülüp, çekip gitmiş.
“Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim, benim sevgili küçük kuşum,” demiş
imparator, “Seni tanıdım artık! Ben seni ülkemden sürgüne gönderdiğim
halde, sen yardımıma koştun, üzerime çullanan o kötü hayaletleri
şarkılarınla kaçırdın, ölümü bile kovmayı başardın! Şimdi ben seni nasıl
ödüllendireyim!”
“Beni çoktan ödüllendirdin!” demiş bülbül. “Sana ilk şarkı söylediğimde,
gözlerinden akan yaşları gördüm ya, bunu unutamam! Şarkı söyleyen biri
için, gözyaşlarından daha değerli bir mücevher olamaz! Ama şimdi uyu sen,
gücün kuvvetin yerine gelsin! Ben senin için ötmeye devam edeceğim!”
Bülbül tekrar ötmeye başlamış, imparator ise tatlı bir uykuya dalmış…
Huzurlu, rahat bir uykuya!
Gün ışığı pencereden girip de üzerine vurunca, imparator sapasağlam
uyanmış Yanında hizmetkârlardan kimse yokmuş, çünkü onlar imparatorun
öldüğünü sanıyorlarmış, ama bülbül oradaymış ve hâlâ ötüyormuş.
“Bundan sonra yanımdan hiç ayrılmayacaksın!” demiş imparator bülbüle. “Ne
zaman canın isterse o zaman öteceksin. Şu yapma kuşu da bin parçaya
böleceğim!”
“Sakın böyle bir şey yapma!” demiş bülbül. “O elinden geleni yaptı; eskisi
gibi koru, sakla onu! Ben ise senin sarayında kalamam, ama izin verirsen,
gönlüm istediğinde gelirim!Akşamları pencerenin yanındaki ağacın dalına
konar, mutlu ve ince düşünceli biri olasın diye sana şarkılar söylerim.
Mutluluklardan ve acılardan söz ederim. Çevrende olup biten iyi ve kötü
şeyleri anlatırım. Küçük bir ötücü kuş her yere uçar, yoksul balıkçıları
görür, çiftçilerin damlarına konar, senden ve senin sarayından uzakta olan
her şeyi bilir. Ben senin tacını değil yüreğini seviyorum ama tacının
kutsallığını da reddetmiyorum. Geleceğim ve senin için öteceğim! Ama sen
de bana bir söz vereceksin!”
“Ne istersen!” demiş imparator. “Şeref sözü!” Kendi başına giyindiği
kraliyet giysileri içinde, som altından ağır kılıcını kalbinin üzerine
vurup dimdik durmuş. “Tek bir şey istiyorum,” demiş bülbül. “Sana her şeyi
haber veren küçük bir kuşa sahip olduğundan kimseye söz etmeyeceksin!
Böylesi çok daha iyi!” Sonra da uçup gitmiş.
Derken hizmetkârlar, ölü sandıkları imparatora bakmaya gelmişler, bir de
ne görsünler! Efendileri dimdik ayakta ve onlara, “Günaydın!” diyor.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|