Andersen Masalları
Bezelye Prenses
Parmak Kız
Küçük Denizkızı
Kral Çıplak
Cesur Kurşun Asker
Yaban Kuğuları
Çirkin Ördek Yavrusu
Çam Ağacı
Karlar Kraliçesi
Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi
Kibritçi Kız
Bülbül
Uçan Sandık
Eski Ev
Cennet Bahçesi
Melek
Bataklıklar Kralının Kızı
Fareli Köyün Kavalcısı
İletişim
masallar@parkecila.net
|
ESKİ EV
Caddenin karşısında, eski, çok eski bir ev vardı. Bu neredeyse üç yüz
yıllık bir evdi. Kirişlerinden birinin üzerine kazınmış, çiçek ve lale
motifleriyle çevrili tarihten de anlaşılabiliyordu binanın kaç yaşında
olduğu. Kirişte, çok eski zamanlardan kalma bir de şiir vardı; ayrıca her
pencerenin üzerindeki kirişe, acayip, sırıtkan bir surat motifi
işlenmişti. Katların tavanları çok yüksekti; çatının altında ise, ejderha
başlı bir su oluğu bulunuyordu. Yağmur sularının ejderhanın ağzından
akması gerekiyordu aslında, ama olukta bir delik olduğu için karnından
akıyordu.
Kocaman pencereleri ve düzgün duvarlarıyla, caddedeki bütün diğer evler
yepyeni ve güzeldi ve bunların o eski evle hiçbir ilgileri olmadığı hemen
görülebiliyordu. Bu binalar şöyle düşünüyor olmalıydılar: “Caddemize hiç
yakışmayan bu harabe, daha ne kadar zaman orada duracak böyle! Cumbaları o
kadar ileri çıkık ki, bizim pencerelerimizden bakan birisi, binanın öbür
tarafında neler olduğunu göremiyor! Merdivenleri şato merdiveni gibi
fazlasıyla geniş ve kilise kulesi merdiveni gibi dik. Parmaklıkları, eski
mezarlıkların kapılarını hatırlatıyor. Üstüne üstlük üzerine bir de
pirinçten kafalar işlenmiş. Çok zevksiz!”
Caddenin karşı yakasında yeni ve güzel başka evler de vardı ve bunlar da
tıpkı ötekiler gibi düşünüyorlardı. Ama bunlardan birinin penceresinde,
gün ışığında olduğu kadar, ay ışığında da eski evi hayranlıkla seyreden,
kırmızı yanaklı, pırıl pırıl gözlü bir oğlan çocuğu otururdu hep. Sıvaları
dökülmüş duvarlara bakarken, türlü görüntüler geçerdi zihninden:
Merdivenli, parmaklıklı ve sivri çatılı binalarıyla bu sokak eskiden
nasıldı acaba? Zırhlı askerleri, çatıları çepeçevre dolanan ejderha
biçimli su oluklarını hayal ederdi. Seyretmeye değer bir evdi bu. Evde,
deri dizlikler takan, pirinç düğmeli bir ceket giyen ve başına hakiki bir
peruk takan yaşlı bir adam oturuyordu. Her sabah, temizlikle ilgilenen ve
evin ihtiyaçlarını gören yaşlı bir uşak gelirdi eve. Onu saymazsak, deri
dizlikli yaşlı adam tamamen yalnızdı. Ara sıra camın önüne gelip dışarı
bakar ve küçük çocuk ona başıyla selam verirdi; yaşlı adam da aynı şekilde
başını sallayarak çocuğu selamlardı. İşte bu şekilde tanıştılar ve hiç
biraraya gelip konuşmadıkları halde, uzaktan arkadaş oldular. Çünkü
arkadaş olmak için her zaman konuşmak şart değildir.
Küçük çocuk, annesiyle babasının, “Karşıda oturan yaşlı adam çok iyi biri,
ama korkunç derecede yalnızlık çekiyor,” dediklerini duymuştu.
küçük çocuk bir pazar günü elindeki kâğıt parçasına bir şey sardı, kapının
önüne çıktı ve eski evin alışverişiyle ilgilenen yaşlı adam geçerken ona
seslendi: “Bayım, karşıda oturan yaşlı adama şu paketi götürür müsünüz?
Benim iki kurşun askerim var, bir tanesini ona vereceğim, çünkü onun çok
yalnızlık çektiğini biliyorum.”
Yaşlı uşak hoşnutlukla ona bakıp başını salladı ve kurşun askeri alıp o
eski eve götürdü. Sonra geri gelip, küçük delikanlı bizzat ziyarete gelmek
ister mi diye sordu. Çocuğun anne-babasından izin aldı, böylece çocuk eski
eve ziyarete gitti.
Merdivenlerin tırabzanlarındaki pirinç kabartmalar her zamankinden daha
çok parlıyordu. İnsanın, bu ziyaret dolayısıyla cilalanıp
parlatıldıklarına inanası geliyordu. Kabartma borazancılar –kapının
üstüne, lale motifleri içinde borazancılar işlenmişti– borazanlarını
olanca güçleriyle üflüyormuş gibiydiler, yanakları sanki her zamankinden
şişkin görünüyordu. Evet, “Tan-ta-ra-taaam! Küçük çocuk geliyor. Tan-ta-ra-taaam!”
diyorlardı âdeta. Sonunda kapılar açıldı. Bütün koridor boyunca, zırhlı
şövalyelerle, ipek elbiseli hanımları gösteren eski tablolar asılıydı
duvarlarda. Zırhlar şangırdıyor, ipek elbiseler hışırdıyordu sanki.
Yukarıya doğru uzanan, alt kısmı kısa bir merdivenden geçtikten sonra,
köhne bir çardağa geldiler. Çardağın her yeri büyük delikler ve
çatlaklarla doluydu. Bütün deliklerden otlar ve yapraklar fışkırıyor;
bütün çardak, avlu ve duvarlar yapraklarla kaplandığı için yemyeşil bir
bahçe gibi görünüyordu. Oysa sadece bir çardaktı bu. Her yerde, eski
saksılar içinde, gönlünce büyümüş çiçekler vardı. Saksılardan birinde
karanfiller dört bir yana dal budak salmış, yemyeşil filizler uzamıştı.
Şöyle diyorlardı sanki: “Hava okşadı beni, güneş öptü, pazar günü yeni bir
gonca açacağıma söz verdiler, küçük bir gonca daha gelecek pazara…”
Sonra duvarları domuz derisiyle kaplanmış küçük bir odaya geldiler,
derinin üzerine altın yaldızlı çiçekler işlenmişti.
“Yaldız çabuk solar, ama deri dayanır,” dedi duvarlar.
Odada ayrıca, iki yanlarında kol dayama yerleri olan, yüksek arkalıklı,
oymalı koltuklar vardı. “Otursana! Otursana!” dediler. “Of, nasıl da
çatırdıyor her yerim! Eski dolap gibi ben de gut hastası oldum herhalde.
Sırtım, of sırtım!”
Sonunda küçük çocuk, cumbanın bulunduğu ve yaşlı adamın oturduğu küçük
odaya geldi.
“Kurşun asker için teşekkürler küçük dostum,” dedi yaşlı adam, “Beni
ziyarete geldiğin için de çok teşekkür ederim.”
“Teşekkürler, teşekkürler,” veya “Çatır, çutur,” dedi bütün mobilyalar.
Odada o kadar çok mobilya vardı ki, birbirlerinin önünü kapattıkları için,
hiçbiri çocuğu göremiyordu.
Duvarın tam ortasında çok güzel bir hanımefendinin portresi asılıydı. Bu
hanımçok genç ve sevimliydi. Giysileri eski zaman giysileriydi, saçları
pudralıydı ve giysisi bedenini kaskatı sarıyordu. Genç hanım ne,
“Teşekkürler,” ne de, “Çatır çutur,” dedi, ama tam da o sırada yaşlı
adama, “Bu tabloyu nereden aldınız?” diye sormakta olan küçük çocuğa,
dostça baktı.
“Karşıdaki antikacıdan,” dedi yaşlı adam. “Orada duvarlarda bir sürü resim
vardır. Resimdekileri kimse tanımaz ya da onlar için üzülmez. Çünkü
onların hepsi artık toprak oldu. Ben bu hanımı tanırdım gerçi, ama o da
elli yıldan fazla bir zaman önce öldü.”
Tablonun altında, bir camın arkasında ise bir demet kurumuş çiçek
asılıydı. Çiçekler de neredeyse yarım yüzyıllık olmalıydılar, en azından
öyle görünüyorlardı. Büyük saatin sarkacı sallanıp duruyor, akreple
yelkovan ilerleyip duruyor ve odadaki her şey hızla yaşlanıyordu, ama
onlar bunun farkında bile değillerdi.
“Bizim evdekiler,” dedi küçük çocuk, “sizin korkunç derecede yalnızlık
çektiğinizi söylüyorlar.”
“Yoo,” dedi yaşlı adam, “eski düşünceler, yanında getirdikleriyle birlikte
gelip ziyaret ederler beni, şimdi de sen geliyorsun ziyaretime. Ben gayet
iyiyim.”
Sonra kitaplıktan resimli bir kitap aldı yaşlı adam. Kitapta bugün artık
görülmesi mümkün olmayan olağanüstü güzellikte yolcu arabalarının,
iskambil kâğıtlarındakine benzer askerlerin ve ellerinde dalgalanan
bayraklarla çeşitli kişilerin resimleri vardı. Terzilerin bayraklarında
iki aslanın tuttuğu bir makas, ayakkabıcılarınkinde çizme falan değil, iki
başlı bir kartal vardı; çünkü ayakkabıcılara göre her şeyin bir çifti
olurdu. Evet, bu böyle resimleri olan bir kitaptı işte.
Yaşlı adam başka bir odaya gidip , tatlı, elma ve kuruyemiş getirdi…
Gerçekten de çok güzel bir yerdi bu eski ev.
Komodinin üzerinde duran kurşun asker, “Artık dayanamıyorum!” dedi.
“Burası çok sessiz ve çok hüzünlü bir yer; insan bir kez aile hayatını
tanıdı mı, böyle bir yere alışması imkânsız. Günler geçmek bilmiyor, hele
geceler, ondan da beter. Burası, annenle babanın keyifle sohbet ettiği,
senin ve diğer çocukların neşeyle oyunlar oynadığınız karşıki eve hiç
benzemiyor. Bu yaşlı adamın ne kadar yalnız olduğunu bilemezsin! Bir
öpücüğe hasret! Dostça bakışlara veya bir yılbaşı ağacına da! Bir mezardan
başka hiçbir beklentisi yok! Daha fazla dayanamayacağım buraya!”
“Her şeyi böyle kötü tarafından alma!” dedi küçük çocuk. “Buradaki her şey
bana çok güzel geliyor. Üstelik eski düşünceler, yanında getirdikleriyle
birlikte gelip ziyaret ediyorlar burayı.”
“Evet, ama ben onları görmüyorum, tanımıyorum da,” dedi kurşun asker,
“dayanamıyorum artık!”
“Dayanmak zorundasın,” dedi küçük çocuk.
Derken yaşlı adam, mutluluktan yüzünde güller açarak, ellerinde tatlılar,
elmalar ve kuru yemişlerle çıkageldi ve küçük çocuk kurşun askere kafa
yormayı bıraktı.
Küçük çocuk evine mutlu ve neşeli döndü. Aradan günler, haftalar geçti,
iki ev arasında yine camdan selamlaşıldı ve günün birinde küçük çocuk
tekrar oraya gitti.
Kabartma trompetler, “Tan-ta-ra-taaam! Küçük çocuk geliyor. Tan-ta-ra-taaam!”
diye öttü, eski resimlerdeki kılıçlar ve zırhlar şakırdadı, ipek elbiseler
hışırdadı, duvara gerili domuz derisi konuştu, yaşlı sandalyelerin sırtı
hâlâ ağrıyordu, “ah!” dediler. Her şey ilk seferinde olduğu gibiydi, çünkü
bu evde, günler ve saatler hep birbirinin aynıydı.
“Dayanamıyorum!” dedi kurşun asker. “Kurşun gözyaşları döktüm durdum!
Burası çok hüzünlü bir yer, burada kalmaktansa savaşa gidip kolumu
bacağımı kaybetmeyi tercih ederim! Bu bile bir değişikliktir.
Dayanamıyorum artık! – Eski düşüncelerin, yanında getirdikleriyle birlikte
ziyarete gelmelerinin ne demek olduğunu da anladım artık, ama inan bana
bunun da hiç keyifli bir tarafı yok. Neredeyse komodinden aşağı
atlayacaktım. Sizin ev, sanki buradaymışsınız gibi gözümün önünde
beliriyordu. Yine bir pazar sabahıydı ve siz çocuklar masanın etrafında
oturmuş, her sabah söylediğiniz ilahileri söylüyordunuz. Saygıyla
ellerinizi kavuşturmuştunuz, anne ve babanız da öyle. Sonra kapı açıldı ve
daha iki yaşında bile olmayan ve duyduğu her müzikle hemen oynayan kız
kardeşiniz Maria girdi içeri. Yine oynamaya başladı ama bir türlü müziğin
ritmini yakalayamıyordu, çünkü çok ağır bir parçaydı bu, önce bir
bacağının üzerinde durup başını öne doğru eğdi, sonra öteki bacağının
üzerinde durup başını daha da öne eğdi, ama bir türlü olmuyordu. Çok zor
olmasına rağmen siz ciddiyetinizi bozmadınız; ama ben kendimi tutamayıp
gülmeye başladım ve bu yüzden de masadan aşağı düşüp yaralandım, yara izi
hâlâ duruyor. Yaralandım, çünkü gülmek doğru değildi bence. Ve şimdi,
bütün bunlar ve yaşadığım diğer olaylar gözümün önünden geçiyor. Yanında
getirdikleriyle birlikte ziyarete gelen eski düşünceler bunlar olmalı.
Pazar günleri hâlâ ilahi söylüyor musunuz? Bana küçük Maria’dan söz et
birazcık. Ya benim dostum, arkadaşım, öteki kurşun asker nasıl? İnan bana,
o gerçekten çok şanslı. Ben artık buraya dayanamıyorum.”
“Sen başkasına hediye edildin,” dedi küçük çocuk. “Burada kalmak
zorundasın. Bunu anlayamıyor musun?”
Derken yaşlı adam, içinde görülecek bir sürü şey olan bir kutuyla geldi:
Küçük oyuncak evler, parfüm kutuları, artık bulunmayan türden, büyük
yaldızlı eski iskambil kâğıtları. Ayrıca büyük konsol çekilip piyano
açıldı. Piyanonun kapağının iç kısmında bir manzara resmi vardı ve
çalarken sesi oldukça boğuk çıkıyordu, üstelik yaşlı adam şarkıyı eski bir
tarzda söylüyordu. Antikacıdan aldığı, duvarda asılı tabloyu başıyla
işaret ederek, “Evet, bu şarkıyı o söylerdi,” dedi; gözleri pırıl pırıl
parlıyordu tabloya bakarken.
Birdenbire, “Ben savaşa gideceğim! Ben savaşa gideceğim!” diye avazı
çıktığı kadar bağırmaya başladı kurşun asker ve kendini yere attı.
Nereye kaybolmuştu acaba? Yaşlı adam aradı, küçük çocuk aradı, ama kurşun
asker kayıplara karışmıştır. yaşlı adam, “Ben onu bulurum!” dedi, ama asla
bulamadı. Zeminin her yeri çatlaklar ve deliklerle doluydu. Kurşun asker
yarıklardan birine düşmüştü ve orada, üstü açık bir mezardaymış gibi
yatıyordu.
Gün böyle geçti ve küçük çocuk evine döndü; sonra aradan haftalar geçti.
Camlar buz tutmuştu. Küçük çocuk evde oturuyor, karşıdaki eski evi görecek
bir delik yapabilmek için cama hohlamak zorunda kalıyordu. Kar binanın
üstündeki bütün süslemeleri ve yazıları kaplamıştı. Merdivenlerin üzerine
öyle bir kar yığılmıştı ki, sanki evde kimseler yaşamıyormuş gibi
görünüyordu. Aslında evde gerçekten de kimse yoktu, çünkü yaşlı adam
ölmüştü.
Akşam bir araba geldi ve tabutun içindeki yaşlı adamı alıp götürdü. Yaşlı
adam artık taşradaki aile mezarlığında dinlenecekti. Götürülürken,
arkasından giden kimse de yoktu, çünkü bütün arkadaşları ölmüştü. Sadece
küçük çocuk, araba geçip giderken tabutun arkasından bir sürü öpücük
yolladı.
Birkaç gün sonra eski evde bir açık artırma düzenlendi ve küçük çocuk
pencereden, eski şövalyelerin ve hanımefendilerin, uzun kulplu çiçek
saksılarının, sandalyelerin ve eski dolapların teker teker götürülüşünü
izledi. Her şey bir yere dağıldı. Antikacıda bulunan o güzel kadın
portresi ise, antikacıya geri dönüp duvara asıldı; çünkü hem onu tanıyan
biri kalmamıştı, hem de kimse eski resimlere önem vermiyordu artık.
İlkbaharda ev de yıkıldı, çünkü herkes onun bir harabe olduğunu
söylüyordu. Yırtılıp parçalanmış domuz derisiyle kaplı oda, sokaktan
geçerken bile görülebiliyordu. Ve çardağı sarmış olan yeşil yapraklar,
kirişlere kadar yayılmıştı. Sonunda hepsi ortadan kalktı.
“İyi oldu!” dedi komşu evler.
Sonra oraya büyük pencereleri, düzgün beyaz duvarlarıyla, yepyeni, harika
bir ev yapıldı. Önüne, tam eski evin bulunduğu yere küçük bir bahçe
konduruldu ve burada yetişen asmanın dalları komşu evin duvarını sardı.
Bahçenin önüne, demir kapılı koca bir parmaklık çekildi. Bu çok gösterişli
bir binaydı. İnsanlar saygıyla ve sessizce bakıyorlardı ona. Asma
dallarının arasına sürüyle serçe konuyor, bağrışa çağrışa gevezelik
ediyorlardı. Konuştukları konu o eski ev değildi elbette... Onu
hatırlamıyorlardı bile... Aradan uzun yıllar geçmiş, o küçük çocuk
büyümüş, anne babasının gurur duyduğu, kocaman bir adam olmuştu. Evlenmiş
ve karısıyla birlikte, önünde bahçesi olan o eve taşınmıştı.
Bir gün bahçede, karısı çok beğendiği bir kır çiçeğini ekerken, o da
yanında duruyordu. Karısı küçük eliyle çiçeği ekti ve toprağı
parmaklarıyla sıkıştırdı. “Ah, bu da ne böyle!” diye bağırdı birden. Eline
bir şey batmıştı. Orada, yumuşak toprağın içinde sivri bir şey vardı.
Bu neydi, biliyor musun? Düşün bir bakalım! Evet, bu o kurşun askerdi…
Hani yaşlı adamın odasında ortadan kaybolan ve sonra odadaki tahta
parçaları ve molozlar arasında saklanan, sonra da yıllarca toprağın
altında yatan kurşun asker!
Genç kadın kurşun askeri önce yeşil bir yaprakla temizledi, sonra da mis
kokulu zarif mendiliyle sildi. Ve kurşun asker kendini, sanki bir
baygınlıktan uyanıyormuş gibi hissetti.
“Dur bir bakayım!” dedi genç adam, sonra gülerek kafasını iki yana
salladı. “Hayır, bu o olamaz… Ama bana, küçükken kurşun askerimle
başımızdan geçen bir hikâyeyi hatırlattı!” Sonra da karısına eski evden,
yaşlı adamdan ve çok yalnızlık çektiği için, ona hediye ettiği kurşun
askerden söz etti. Olan bitenleri bütün gerçekliğiyle anlattı… Karısı eski
evle yaşlı adam için öyle duygulandı ki, gözleri yaşlarla doldu.
“Bu o kurşun asker olabilir, niye olmasın ki!” dedi genç kadın. “Bunu
saklayacağım ve bana anlattığın her şeyi her zaman hatırlayacağım. Ama sen
de bana yaşlı adamın mezarını göstereceksin!”
“Nerede olduğunu bilmiyorum ki,” dedi genç adam, “hiç kimse bilmiyor.
Bütün arkadaşları ölmüştü, kimse de bu konuyla ilgilenmedi, ben ise
küçücük bir çocuktum!”
“Gerçekten de çok yalnızmış, ne kadar korkunç bir şey!” dedi kadın.
“Korkunç yalnızdı!” dedi kurşun asker. “Ama unutulmamak çok güzel bir
şey!”
“Çok güzel!” diye bağırdı çok yakından gelen bir ses; ama kurşun asker
dışında hiç kimse, bağıranın bir domuz derisi parçası olduğunu anlamadı.
Üzerindeki bütün altın yaldızlar silinip gitmişti ve çamur gibi
görünüyordu, ama onun da bir fikri vardı elbette. Dedi ki:
“Yaldız çabuk solar, ama deri dayanır.”
Ama kurşun asker bu söze pek kulak asmadı.
|
İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim
masallar@parkecila.net
|