Shorhan

"Barbarlık Varsa Bilgelik de Vardı"

                                                                    

Ahmet Garip 'in fantastik romanı "Shorhan" ı online olarak okuyabilirsiniz

 

                              

Birinci Bölüm

"Bütün Aşklarda Sınanmadan Sevdana Sevda Demeyeceğim"

 

İkinci Bölüm

"İlahların Cezası
Vadi Yolunda Büyücülerle Savaş"

 

Üçüncü Bölüm

"Lacond Söylentisi"

 

Dördüncü Bölüm

"Koşin ve Duran Birliği"

 

Beşinci Bölüm

"Güney’in Kalbi Vadide Atıyordu"

 

Altıncı Bölüm

"Umut Doğar Umutsuzluktan, Bir Dost Gözü Görmeye Gör"

 

Yedinci Bölüm

"Kavga Sürüyor"

 

Sekizinci Bölüm

"Kader Kedersiz Aşılmamıştır Hiç "

 

Dokuzuncu Bölüm

"Sıcak Çayır Savaşı "

 

Onuncu Bölüm

"Düşüşlerin Habercisiydi Zaman"

 

Onbirinci Bölüm

"Vadideki Şüphe"

 

Onikinci Bölüm

"Tanrılar Ovası’nda Tarih Akıyordu"

 

Onüçüncü Bölüm

"Elçilere Zeval Olmaz"

 

"Ondördüncü Bölüm"

“Tarih Olur, Yiğitçe Bir Cesarete Denk Geldiğinde Zaman”

 

"Onbeşinci Bölüm"

“Sıra Bizde Ulular”

 

"Onaltıncı Bölüm"

“Hayat Dengeleri Gözetir”

 

"OnyedinciBölüm"

 “Yolcular Yolda Gerek, Sorumlular İyileştirsin Güney’in Yaralarını”

Birinci Bölüm

"Bütün Aşklarda Sınanmadan Sevdana Sevda Demeyeceğim"

 

                                                      Yazan:  Ahmet Garip

                                                     

                                                                                 “Mucizeler, zorunluluklardır aslında, sadece, bize inanılmaz gelirler. O düzeyde olağan olan, bu düzeyde olağanüstü görünür”

 

                                                                        

“Bin yılına tanık oldum Güney’in.

                                                                        Yaralı ve yorgunken  

                                                        yakaladı zaman beni. Her şey değişiyor.

                                                                 Her şey yeni baştan yıkılıyor ve kuruluyor.

                                                                    Karanlığın güçleri dışında,

                                                             kimse ama hiç kimse hazır değildi ;

                                     ne yıkmaya ve yıkılmaya ne de kurmaya ve kurulmaya”

                                                                    demişti Prenses 

                              

Tarihin başlangıcı ve bitişine inanılmayan zamanlarda yaşıyorlardı. Sadece zaman vardı; nadiren iyi ve genellikle kötü zaman.

"Brahm aşkına Zena" diye haykırmıştı savaşçı ve bütün hikâye böyle başladı.

 "Shorhan" diye çağırdı Prenses onu.

 Ve sonra binlerce yıl Shorhan diye bilindi. O ilk sesi duyduğunda irkilmişti savaşçı ve sadece karanlıkta boşluğa savurabilmişti kılıcını defalarca. Çok uzak veya çok yakın sözleriyle anlatılamayacak bir mesafede, sadece, bir siluetin saçlarını yalamıştı kılıç. Ya da savaşçı o tür sanrılar görmüştü. Yaklaştıkça uzaklaşan, uzaklaştıkça yaklaşan bir siluetin hayalleri.

 Savaşçı, tek dizi üzerinde yorgun düştüğünde kılıcının sapı elinde, ucu bir kayaya dayanmış, başını dik tutmaya çalışıyordu.

"Shorhan" dedi tekrar bir fısıltı.

 Ayağa kalkacak hali yoktu.

 Savaşçının ağzından, "Zena" diye bir söz döküldü. Sesi kendisinin mi, değil mi bilmiyordu. Ne söylediğini bilmiyordu. Ama o an içine işledi bir fısıltıyla anlamı; Brahm inanışında, "hayalim" anlamına geliyordu.

"Hayalim" diye tekrarladı sanki.

"Evet, benim" dedi Prenses. "Benim Shorhan" Bu fısıltıyı belli belirsiz duydu.

Karanlık gökyüzünde dolunay parlıyor ve yıldızlar sanki geçit yapıyormuşçasına gökyüzünde "Biz de varız" diye haykırıyorlardı. Karanlığın derinliğinde, içinden rüzgâr geçen bir siluetin dalgalı, uzun saçlarını ve bir yanı gölgede kalan hüzünlü yüzünü hayal meyal görebiliyordu savaşçı.

"Brahm adına kimsin sen" diye sordu savaşçı. "Niçin bana Shorhan diyorsun?"

"Bana Zena diye seslendin." dedi Prenses "Brahm adına Zena. Seslendiğin ismi tanımıyor musun?" 

 "Aklımdan gelmedi o ses yüreğimden geldi, yoksa bilirdim seni" dedi savaşçı. Sesi biraz gürleşmeye başlamış, ayağa kalkmıştı. Siluetin ayaklarına baktı, yere basmıyor gibi göründü ona. Geçen fırtınadan kalan meltem esintisiyle salınan bir hayal gibiydi. "Zena" dedi. Bu ismi her söylediğinde yüreğine işliyordu Prenses. Bunu hissediyordu savaşçı. Fakat kendini de alamıyordu. Siluetin karşısında giderek rahatlamış ve bir kayanın üzerine oturarak onu seyre koyulmuştu.

Eskiler böyle hikâyeler anlatırlardı. Ataları, "Kaçının" demişlerdi  "kendilerini tanrılar ve tanrıçalar diye çağırtanlardan, onlarla konuşmaktan ve onlara bakmaktan kaçının, yalnızlığın dehlizlerinde dehşetli bir yaşamın pençelerinde yaşamak istemiyorsanız uzak durun, hayaller, kaderin  kılıçla çizildiği bir zamanda sadece bela getirdi bize, ölümü, her saniye anmak ve aramak istemiyorsanız  kaçının."

 "Aklındakilerden kurtul" dedi Zena. "Kaygılarını anlıyorum. Tanrılar ve tanrıçalarla bir ilgim yoktur. Efsane savaşçıları, kara heyulalara sürükleyen ve kendilerini ilah zannedenlerle savaşmaktan yorgunum. Görmüyor musun bir meltem bile etkili benim üzerimde. Kötü zamanların ve kötü kaderlerin kederi öldürüyor beni. Acı çektirmek yazılmamıştır kaderimde, kaderime ortak olmaya kalkmadıkça kimse. Hiçbir savaşçıyı köle yapmadım kendime ya da bağlamadım kara büyülerle. Mülk edinmedim kimseyi ve olmasını da istemedim. Benim diyebileceğim, duygularımdan, kederlerimden ve kadere meydan okuma cesaretimden başka da bir şeyim olduğunu sanmam."

"Güzelliğin var" diye geçirdi savaşçı içinden, sanki dudaklarından çıkmıştı bir ıslık gibi. Zena'nın yüzü biraz aydınlanmış ve gölge biraz olsun gitmişti sanki. Savaşçı bu yüze bakmaktan ve o meltemle boşlukta savrulan saçların yüzüne değer gibi salınışından büyülenmişti, ama rahatsız ya da tedirgin de değildi. Tehlikeyi önceden koklamada sezgilerine güvenirdi. Bir yüze baktığında, o yüzde başkalarının yarım yamalak gördüğü ya da göremediği tüm gölgeleri görür ve o gölgelerin anlamını okurdu. Bu, onda çocukluğundan beri olan bir sezgiydi. Zena'nın yüzü gölgelere rağmen apaydınlık geliyordu ona. O gölgelerde bir çok kavganın, acının, savaşın, kederin, direncin ve gözyaşının, aşkın ve sevdanın, yanılmışlıkların izlerini hissetti savaşçı. O gölgelerde karanlık görmedi. Bu duyguyla gözlerini ve yüreğini Zena'dan ayırmak için özel bir çaba sarfetmedi. Hatta daha ileriye gitti ve biraz önceki çatışmadan arta kalan ölüler, yaralılar, kaçanlar ve onların etrafa saçılmış eşyalarına aldırış etmeksizin kılıcını yanına bıraktı ve Zena'ya elini uzattı. Zena duraksamaksızın bu çağrıya cevap verdi. Savaşçı, kendisine yaklaşan Zena'nın elini tutup tutmadığını bilmiyordu. Onun yanında olup olmadığını anlamıyordu fakat onu halâ uzakta görürken aynı zamanda yüzünün karşısında bir yüzün, nefesinin karşısında bir nefesin, gözlerinin karşısında bir çift güven veren, bakmaya doyamadığı, gözün olduğunu biliyordu. O ne kadar uzaksa o kadar yakındı ve ne kadar yakınsa sanki o kadar uzaktı.

 "Neden bana Shorhan diyorsun? Atalarım çok eski zamanlarda Shorhan diye bir savaşçıdan bahsetmişlerdi. Biz onun gibi savaşçıların efsaneleriyle büyüdük. Benim adım Shorhan değil. Ben Met'im" dedi savaşçı.

 "Shorhan" dedi tekrar Prenses, "Bazen ne ruhlar ölür ne düşünceler ne de hayaller; kendi bedenini bulduğunda onlar tekrar canlanır, dirilir. Sesi senin sesin, nefesin onun nefesi olur ve hayalleri yollara düşürür seni. Bir düşün ne kadardır yollardasın, bir düşün kimin sözlerini söylüyorsun ve kimlerle dövüşüyorsun. Bazen her şey o kadar bütünleşir ki, sen osundur ve O da sen. Birbirinden ayırmak mümkün değildir. Benim işim değil özleşmemiş bedenlerin ve yüreklerin peşinden gitmek. Niçin ısrar ediyorsun yolunda, tüm savaşçılar düşüyorken üstelik, hiç hayallerini tanımladın mı akılda, niçin akıyorsun, ilk yola düşüş sebebini hatırlamadığını biliyorum, niçin savaşçılar bulur seni ve sen niçin onların yolundasın, sadece yaşıyorum cevabı bir cevap mı sence, neden çektin her haksızlığa kılıcını, neden çattın kaşlarını fesat yuvalarına, neden kardeş gibi davrandın bütün yabancılara, niçin yardımcıydın çeliğe, çomağa, ormana, havaya. Geçtiğin her yerde tekrar kurulur eski düzenler. Neyi yıkıp neyi yapmaya gidiyorsun, bütün bunların farkında mısın Shorhan?"

Shorhan'ın yüreğinin sesini dinledi bir müddet.

"Sen O’sun. " diye bir fısıltıyla bitirdi Zena.

 Ve savaşçı bunu tartışmayı bıraktı. Şunu biliyordu ki, o veya değil. Ama bu soruların hepsinin muhatabı oydu ve kendisi anlatamasa da bir yere gidiyordu, bir şeyi yapmaya.

 Shorhan gözlerini Zena'nın gözlerine dikmiş, derinliklerine dalmıştı.

"Sen…" dedi. "Zena'sın ve aynı zamanda o değilsin. Ama sende her şey o kadar güzel özleşmiş ki, sana O’sun ya da değilsin diyemem…"

"Şşşşştt…" diye uyardı Zena. "Şimdi böyle şeyleri düşünme" diye devam etti.

 "Hayır" diye itiraz etti Shorhan. "Ben o anı yaşayanlardan değilim. Sadece anı yaşayıp geçemem, anlamam ve anlamlandırmam gerek, her şeyi yerli yerine oturtmam gerek aklımda ve yüreğimde. Bunu yaparken sezdirmem kimseye; fakat, sanki seninle ortak bir aklım ve ortak bir kanım varmış gibi. Sendekileri seziyorum sadece ve sen bendekilerin hepsini görüyor ve anlıyorsun. Kanın akıyor içimde ve sanki benimki de sende. Bunu anlamıyorum ya da anlamak istemiyorum."

Etrafta kıpırtılar başlamış, kayaların ve ağaçların arkasında bazı dehşetli gölgeler belirmişti. Shorhan efsunlanmış gibiydi, gözleri açıktı ama tüm duyularıyla Prensesin gözlerinde ve yüreğinde kendi gerçeğini arıyordu. Yaklaşan ve biraz daha uzaktaki gölgelerin olduğu yerdeki tedirgin ve kaygılı hareketler Zena'nın da dikkatini çekmişti. Gölgelerin olduğu yerden görünenler ise garipti. Shorhan bir taşın üstüne oturmuş, kılıcını yana bırakmış ve iki elini  birinin ellerini tutuyormuş gibi ileri uzatmış, başını sanki birine yaslamış, kendi kendine konuşuyor gibiydi. Zena hiçbir şeyin farkında olmayan Shorhan'ın bu anını uzatmak ister gibi, etraflarına, dudaklarının arasından üflediği esintiyle bir perde serdi. Dehşetli gölgelerin olduğu yerde bir kaçışma oluştu. Artık hiçbiri Shorhan'ı göremiyordu.

 Shorhan sanki bir dev kartalın kanatları arasında Zena ile elele tutuşmuş dağların, ovaların, denizlerin, vadilerin, buharlaşan çağlayanların, kıyısında ceylanların su içtiği göllerin, bin bir canlının her birinin göründüğü ormanların üstünde bir yolu izliyor gibi uçtuklarını hissediyordu.

 "Bütün dünyayı gördüğümü, bildiğimi sanırdım, bu dünyanın sınırlarını daha önce hiç aşmamıştım. İçimde öyle bir his var ki, bu yol sanki benim alın yazım" dedi Shorhan.

 "Yazgımızın yolları neredeyse sınırsızdır Shorhan" dedi Prenses ve duru bir ırmağın sesini andıran sesiyle devam etti "Sınırları belirleyen şey, içinde kavgasını verdiğimiz dertlerimizdir. Dertlerimizin çaresi olarak bize sunulmuş ve bizim yarattığımız olanaklar. Dertlerin enginliği, yüreğin gücü, aklın keskinliği, kılıcının sertliği ve hedefi, tutsaklıktan kurtuluş için başka sınırlar açar isteyen gönüle"

 "Dur!" dedi Shorhan. Halâ her şeyi sıralayamamıştı aklında ve sindiremiyordu gönlünde. Her gördüğü, hissettiği ve her duyduğuyla aklı ve gönlü daha da karışıyor, kendine sürekli yeni sorular soruyor, daha cevabını tamamlayamadan yeniden dolup taşıyordu. "Yavaş olamaz mısın?" dedi. "Biraz daha yavaş. Bu bilgelik nereden geliyor? Prenseslerin bilge olduklarını bilmezdim."

"Vaktim yok fazla..." derken Zena, Shorhan onun karnına yasladığı başını kaldırdı ve yüzüne baktı. Halâ çok uzakta ve halâ tam yanındaydı. Prensesin elleri Shorhan'ın saçlarını okşuyordu.

 "Bu nasıl olabiliyor" dedi Shorhan. "Kanımda akıyorsun ve ben de senin kanında.

Konuşmaya gerek yokmuş gibi hiç. Beni hissediyorsun ve ben de seni." Zena sadece Shorhan'ın gözlerine bakıyor ve gönlünü dinliyordu. Shorhan o gözlerde güven görmüştü; şefkat, sevda, aşk, acılar, bilgelik ve keder görmüştü. Sadece kendisi için orada olduğunu bilmenin değerliliğini anlamış ve sanki hiç hissetmediği kadar güçlü hissetmişti kendini bir an.

"Eskiler," dedi  Shorhan "Bizi hep uyardılar, 'bu duygu aşktır ve yalandır' diye. Sadece aşık, konuşmaya gerek görmezdi, sadece aşık, her şeyi hissettiğini sanırdı, sadece aşık karşısındakini her şeyiyle kabullenirdi. Gelip geçiciydi. Ya ölürdün ya da biterdi seni de bitirerek, ondan sonrası hep bir hayaldi, Hatırlayamazdın bile tam olarak ne olduğunu,

‘Kavmimiz,’ derdi eskiler, ‘aşka bağlanan yüreklerle parçalandı, başı dönen, yolunu kaybeden savaşçılarla dağıldı. Hayallerini ararken her bulduğunu hayali sananların yozlaşmalarıyla çürüdü. Doymak bilmez büyücülerin hayal kadınları, hayal erkekleri ve hayal tanrıçalarıyla yitirdik avlarımızı, ekinlerimizi, yurdumuzu, çocukları ve kadınlarımızı. Her şey olup bittikten sonradır ki, savaşçılara sadece savaşmayı emrettik ve hükmetmeyi canlıya’ dedi ve sayıklar gibi devam etti.

"Sadece biri vardı. Sadece biri, çok güçlüydü. En yaşlılardan biri, bu öğretilere itiraz etmezdi ama sözünü de esirgemezdi. Adı Alamoon  idi. O kavmimize saygı gösterirdi ve kavmimiz onun konuşmasına müsaade ederdi. Kavmimizin efsanesi en çok anlatılan savaşçılarındandı ve bilgelikte de bir o kadar iyiydi. Ama tüm çocuklar ve gençler ondan korkarlar, çekinirlerdi. Söyledikleri kavmimin sözüne karşı değildi, kavmimin sözünün üstüne değildi. Ama sanki, kavmin sözünün yanına bir ekti, yoldaştı. Yine de o sözler büyülü ve tehlikeli olarak algılanırdı. Sadece o, aşk için baştan aşağı kötü konuşmayanlardandı. 'Evet,' diyordu, 'Aşk parçalar, yozlaştırır, yıkar; fakat birleştirir de güçlendirir de, yapar da yüceltir de; savaşçı savaşçılığını, bilge bilgeliğini bilir, akıl ve gönül birleşebilirse ve boyun eğmezse köleliğe, mallığa. Yürek coşkunca akarken, boş vermezse kendini azgın akan sularda, zevke düşmez ise savaşçı, aşkın yumuşattığı düşüncesini gerçeğin çeliğinde dövmeye devam edebilirse, aklını yumuşak yataklara bırakmazsa ve hayalinde yaşattığı aşkı, kara büyücülerin hayal kadınları, erkekleri ve hayal tanrıçalarından, tanrılarından ustaca ayırmasını bilirse, aşk, o zaman bir taraftan yakar hoş bir tutkuyla ve akar bir taraftan dingin akan serin nehirler gibi.” Shorhan kendini Zena'yla sarmaş dolaş bulmuştu konuşurken, Zena sadece karşı koymuyordu Shorhan'a. Shorhan sırılsıklamdı terden. Zena'nın kendini Shorhan'a bırakmasıyla Shorhan'ın başı etrafa yayılan bir kokuyla dönmeye başlamıştı. Ağır bir karanfil kokusuna sanki yine tüm ağır kokulu dağ bitkileri karışmış ve sonra bu ağır kokuya kır çiçeklerinin insanı havalara uçurabilecek hafifliği eklenmişti. Keskinlikle esinti, dinginlikle coşku, acı ile mutluluk, bilgelikle çocukluk, şehvetle şefkat, tarih ile gelecek sanki kederle karıştırılmış ve sevdayla yoğrulmuştu.

 Shorhan Zena'yla sarmaş dolaş öpüşürken bu öpüşü daha önce hiç tatmadığını, bu öpüşün sanki öpüşten farklı bir şey olduğunu düşünüyor; coşku aklını ve yüreğini esir alıyordu. Zena da Shorhan'a aynı coşkuyla cevap veriyordu. Bu böyle bir gece boyunca sürdü gitti.

"Bu ilk kez başıma geliyor." diye fısıldadı Shorhan, Zena'nın saçlarını okşarken. "Sevişmenin temiz olabileceğini biliyordum. Ama bu denli duru ve duygu dolu olabileceğini hayal bile edemezdim." Zena gözlerini Shorhan'a dikmiş, elleri onun saçlarındayken tebessüm ediyordu.

"Atalarımın sözleriyle ve savaşçı yeminlerimle kendimi sorguluyorum" dedi Shorhan ve devam etti. "Bilmiyorum, bir süre sonra ne düşüneceğimi, pişmanlıklarımı ya da özlemlerimin ne olacağını bilmiyorum. Yeminlerimin karşıma hangi sebepleri çıkaracağını, eskilerin hakkımda ne karar vereceklerini ve hangi felâketlerle karşılaşacağımı bilmiyorum. Fakat şu anda uzun zamanlardır tatmadığım, sakin akan ırmakların mutluluğunu duyuyorum. Bundan da hiç pişman değilim. Olacağımı da sanmam."

 Zena'nın gözleri buğulanmış kederli bir şekilde kısılmıştı. Shorhan o gözlerde kendini sorgulamaya ve sorgulatmaya hazır bir Prenses gördü.

"Seni seviyorum" dedi usulca. Zena'nın gözleri iyice buğulanmıştı. Shorhan bu buğuların gölgesinde geçmişi gördü; katlanılması zor yolları, acılarla bezenmiş ateşleri gördü, tutulmamış sözleri, tanrısal öfkeler gördü, kendi kavminden sürülmüşlüğü, hakarete uğramışlıkları, pişmanlıkları gördü, yanılmışlıkların affedilmezliğini gördü. Bir çocuğun genç kızlığa adım atışını, heyecanlarını, hırslarını, tutkularını gördü, bir genç kızın olgun bir savaşçıyken hayatın tüm yükünün üstüne yıkılmasının dayanılmaz öfkelerini, yakarışlarını, kendini ateşlere atışını gördü, buğular durulaşırken berraklığın kederini gördü, şefkati, sabrı, baş edilemez bir emeği, tutuşmaya devam eden bir sevdayı gördü. Ya da bütün bunları gördüğünü sandı. "Seni seviyorum." dedi sıkıca sarılırken Zena'ya ve kederlerine yoldaş olmak istediğini anladı. Zena da bir fısıltıyla

" Ben de" diyebildi.

 "Niçin geldin ve niçin gitmek istiyorsun?" dedi Shorhan.

"Sen çağırdın" dedi Tanrıça. Shorhan savaş anını hatırladı.

"Aklım ne seni ne de ismini biliyor. Çok uzun zamandır yüreğimde, ateşte yürüyüp de yanmayanların Tanrısı Brahm’ın ağırlığını taşıyorum. Çok uzun zamandır vuruşuyorum, ‘Düşeceğin anı bileceksin’ demişti Alamoon,  ‘O an geldiğinde o senin yanında olacak merak etme, hayalin neyse yaşam onu gösterir sana’ diye eklemişti.

O haykırış çatışma sırasında kalbimden çıktı”

Zena gözlerini Shorhan’ın gözlerine dikmiş, her şeyi kendi kendine hatırlayan ve anlamlandırabilen savaşçının gönül berraklığına ulaşmasını, kadim zamanlardan hatırlanabilecek bir tebessümle izliyordu. Shorhan kendi kendine konuşuyor, hatırlıyor ve anlatıyordu. "Hayalim" dedi ve fısıltıyla devam etti, "Evet düşeceğim anı anladım"

  Gözlerini Zena'ya dikerek, "Evet seni ben çağırdım" dedi ve hüzünle başını eğdi.

 "Yine ben göndereceğim değil mi?" diye sordu.

 "Ve kaderim seni aramakla geçecek öyle mi?" diye ekledi.

 "Hayır, hayır…" diyebildi tüm dikkati dağılmış Prenses ve Shorhan onu hafifçe iterek kılıcını kaptığı gibi etrafında bir tur döndü.

"Brahm aşkına Zena" diye haykırdı. O anda dehşetli böğürtüler, kan ve hayvansı et parçaları havada uçuştu.

 Shorhan tekrar haykırdı, "Git Zena git!"

 Zena’nın uzaklaşan siluetini göz ucuyla son anda fark etmiş ve kılıcını bir devzulun başından aşağı sıyırmıştı. Shorhan'ın  bileği hiç bu kadar güçlü olmamıştı; kılıcı sihirli gibi sanki kendiliğinden inip, kalkıyor ve hedefini buluyordu. Zifiri karanlığın içinde gözleri bir kartal gözü gibi şimşekler çakıyordu. Karanlığa karşı hiç bu kadar kaygısız ve korkusuz olmamıştı. Her dönüşünde haykırışlarıyla çevresindekilere korku saçıyor, ya bir ilah bozuntusu ya da karanlığın uşakları düşüyordu. Etrafında kimse kalmayana kadar vuruştu.

Shorhan ve Zena bir perdenin altında, kartalın kanatları arasındayken, etraftaki dehşetli gölgeler, tanrısal bir şeylerin olduğunu fark etmiş ve öldürülmedikçe ölmeyen kara büyücülerin  ilahları olduklarına inandırıldıkları ve dehşetli korktukları komutanları olan devzullara haber salmışlardı. Onlar gelip örtüyü kaldırmaya başladıklarında Zena sadece Shorhan'ın yüreğini izliyordu bu yüzden hiçbir şey fark etmemişti. Fakat Shorhan giderek gerçeğin farkına varmanın tedirginliği ve kederiyle kendine gelmiş ve gölgeleri fark etmiş ve büyülü hava bir anda dağılmıştı.

 

Etrafına bakındı. Zena'dan hiçbir iz yoktu. Dudaklarından "Seni seviyorum hayalim" diye bir fısıltı döküldü. Kendine sessiz, sakin, dinleneceği, kimsenin rahatsız edemeyeceği bir yer bulmalıydı. Yaşadıklarını hatırlayacağı, sindireceği bir zamana ve yere ihtiyacı vardı. Patikalardan Vadi’ye doğru yürümeye başladı.