http://masallar.parkecila.net/                             

 

                                           Çocuk masalları, oyunları ve sitesi için Aydede'yi tıklayın

                                                         

         çocuk ana sayfa                                                                                                                                            çocuk masalları

                                                                     

Andersen Masalları

Bezelye Prenses

Parmak Kız

Küçük Denizkızı

Kral Çıplak

Cesur Kurşun Asker

Yaban Kuğuları

Çirkin Ördek Yavrusu

Çam Ağacı

Karlar Kraliçesi

Çoban Kızı İle Baca Temizleyicisi

Kibritçi Kız

Bülbül

Uçan Sandık

Eski Ev

Cennet Bahçesi

Melek

Bataklıklar Kralının Kızı


Fareli Köyün Kavalcısı
 

İletişim

masallar@parkecila.net

 


                    KARLAR KRALİÇESİ
(Yedi Öyküden Oluşan Bir Masal)
I
Ayna ile Ayna Kırıkları Üzerine
işte başlıyoruz: Öykünün sonuna geldiğimiz zaman, başlangıçtakinden daha çok şey biliyor olacağız, çünkü masalımızda kötü bir cin ile korkunçların korkuncu gerçek bir şeytandan söz ediliyor. Günlerden bir gün, şeytan pek keyifliydi, çünkü özel bir ayna yapmıştı; bu aynada yansıyan ne kadar güzel ve iyi şey varsa hepsi silinip gidiyor, kötü ve işe yaramaz olan her şey öne çıkıyor ve daha da kötüleşiyordu. En güzel manzaralar bu aynada haşlanmış ıspanak gibi görünüyor, en güzel insanlar çirkinleşiyor ve canavara benziyordu. Yüz çizgileri tanınmaz hale geliyor, küçücük bir çil, burnu ve ağzı kaplayacak kadar büyüyordu. “Bu çok eğlenceli bir şey,” dedi şeytan. Aynaya bakan kişinin içinden iyi, dürüstçe bir düşünce geçse, aynayı bir titremedir alıyor, şeytan da bu ustaca buluşuna gülmekten bayılıyordu. Büyücülük okuluna gelenler –şeytanın böyle bir okulu vardı– her yerde, bir mucize olduğunu anlatıyorlardı. Hepsi, ancak bu buluş sayesinde dünyanın ve insanların gerçekte nasıl göründüğünün anlaşılabileceğini düşünüyordu. Büyücülük okulu öğrencileri, ellerinde bu ayna ile bütün dünyayı gezip dolaştılar ve sonunda aynaya öyle yamuk yumuk yansımayan ne tek bir ülke kaldı, ne de tek bir insan… Hatta en son, Tanrı’yla ve meleklerle alay etmek için gökyüzüne bile uçtular. Ama onlar ne kadar yükselirse, ayna da o kadar çok titredi. Öyle ki sonunda aynayı ellerinde zor zapt eder oldular. Yükseldiler, yükseldiler ve Tanrı ile meleklere gittikçe daha çok yaklaştılar. O zaman ayna zangır zangır sarsılmaya başladı, uçanların ellerinden kaydı, hızla dünyaya doğru düştü ve yere çarpıp milyonlarca, milyarlarca parçaya ayrıldı. Ama böylelikle, eskisinden daha büyük bir felakete neden oldu; çünkü her bir parça bir kum tanesi kadar küçük olduğundan, parçalar bütün dünyaya yayıldı ve insanların gözüne kaçtı. Gözüne bu ayna parçalarından batanlar, her şeyi çarpık çurpuk görmeye başladılar, hatta her şeyin kötü yanından başka bir şey göremez oldular. Çünkü her bir parça, aynadaki gücün tümüne sahipti. Hatta bazı parçalar, insanların yüreklerine kadar sızdı ve o zaman daha da korkunç bir şey oldu: Bu insanların yüreği buz gibi donup katılaştı. Ayna parçalarının bazıları ise, pencere camı olarak kullanılabilecek kadar büyüktü, ama insanlar bu camdan dostlarına bakınca, hoşa gidecek bir manzara görmüyordu. Diğer parçalar gözlük camı olarak kullanıldı ve insanlar etraflarında olup bitenleri iyi görebilmek ve doğru karar verebilmek için bu gözlükleri taktıklarında, her şey daha da kötüye gitti… Kötü kalpli insanlar, göbeklerini hoplatarak güldüler, her şeyle alay ettiler. Üstelik dışarıda cam parçacıkları hâlâ rüzgârla savruluyordu.
Şimdi öykünün devamını dinliyoruz!

II
Küçük Bir Oğlan ile Küçük Bir Kız
Bir sürü evin ve birçok insanın bulunduğu, insanlardan çoğunun bahçe yapacak kadar yerinin olmadığı ve bu yüzden de saksılardaki çiçeklerle oyalanmak zorunda kaldığı büyük bir şehirde, iki yoksul çocuk yaşıyordu. Çocuklardan birinin, çiçek saksısından birazcık daha büyük bir bahçesi vardı. Kardeş değillerdi, ama birbirlerini kardeş gibi seviyorlardı. Anne babaları ise yakın komşuydu. İki aile, çatıları neredeyse birbirine değecek kadar yakın olan ve çatılar arasında su olukları uzanan iki binanın tavan arasında oturuyorlardı. İki evin de, karşısındakini gören bir penceresi vardı ve pencereden pencereye geçmek için, su oluklarının üzerinden bir adım atmak yetiyordu.
Çocukların anne babaları, pencerelerin dışına sebze yetiştirdikleri birer tahta sandık yerleştirmişlerdi. Her bir sandıkta birer tane de gül fidanı bulunuyordu. Güller gün be gün büyüyor, gelişiyordu. Anne babalar, sandıkları su oluğunun üzerine karşılıklı, bir pencereden ötekine uzanacak şekilde koymayı akıl etmişler, böylece orada karşılıklı iki çiçek duvarı oluşmuştu. Bezelyeler dallarını sandıklardan sarkıtıyor, gül fidanları uzun sürgünlerini birbirlerine dolayıp pencerelerin etrafını sarıyordu. Böylece çiçeklerden ve yeşil yapraklardan bir zafer takı* oluşmuştu. Sandıklar çok yüksek olduğu ve çocuklar oraya tırmanmalarına izin verilmeyeceğini bildikleri için, büyüklerinden izin alıp birbirlerine giderler, güllerin arasında küçük taburelere oturup keyifle oyun oynarlardı.
Ama kış gelince bu eğlence biterdi. Pencere camları genellikle soğuktan donar, bir buz tabakasıyla kaplanırdı. O zaman çocuklar bir bakır parayı sobada ısıtıp cama yapıştırırlar, böylece orada yusyuvarlak, mükemmel bir gözetleme deliği oluşur, bu karşılıklı iki deliğin arkasında ise mutlu ve sevimli bir çift göz parlardı. Bu gözlerin sahibi, küçük oğlan ile küçük kızdı. Oğlanın adı Kay, kızınki Gerda’ydı. Yaz aylarında bir sıçrayışta birbirlerinin yanına gidiyorlardı; oysa kışın bir sürü merdiven inip, bir sürü merdiven çıkmaları gerekiyordu; üstelik dışarıda da lapa lapa kar yağıyordu.
“İşte beyaz arılar uçuşuyor!” dedi büyükanne.
“Bunların da bir kraliçesi var mı?” diye sordu oğlan, çünkü hakiki arıların bir kraliçesi olduğunu biliyordu.
“Var tabii,” dedi büyükanne, “O her zaman şurada, karın lapa lapa yağdığı yerde uçar . Bütün kar tanelerinin arasında en büyük olanıdır ve asla sakince yere inmez… Tam düşerken tekrar havalanıp kara bulutların oraya yükselir. Kış gecelerinde şehrin sokaklarında dolaşan ve pencerelerden içeri bakan odur; böylece pencereler buz tutup harika kar çiçekleriyle bezenir.”
“Evet, evet, gördük onu!” diye bağrıştı çocuklar bir ağızdan… Büyükannenin söylediklerinin gerçek olduğunu biliyorlardı artık.
“Karlar kraliçesi buraya girebilir mi?” diye sordu küçük kız.
“Girsin,” dedi oğlan, “girerse onu sıcak çini sobanın üzerine koyarım, hemen erir.”
Ama büyükanne oğlanın saçlarını okşadı ve başka öyküler anlattı.
O akşam, küçük Kay evde giysilerini çıkardığı sırada, bir ara camın önündeki iskemleye tırmanıp küçük delikten dışarı baktı. Dışarıda birkaç kar tanesi yere doğru süzülüyordu… Bunlardan en büyüğü, çiçek sandıklarından birinin kenarına takılıp kaldı… Büyüdü, büyüdü ve sonunda, yıldıza benzeyen milyonlarca kar tanesinin bir araya gelmesiyle oluşmuş gibi görünen beyaz tülden giysiler giymiş bir kadına dönüştü. Çok güzel, çok zarif bir kadındı bu, ama tamamen buzdandı… Göz kamaştırıcı bir şekilde parlayan bu buzdan bir kadın canlıydı da… Gözleri yıldız gibi parıldıyor ve yuvalarında fırıl fırıl dönüyordu. Başını pencereye doğru sallayıp eliyle bir işaret yaptı. Oğlan korkudan donakaldı ve iskemleden yere atladı. Tam o anda, sanki dışardan büyük bir kuş geçiyormuş da, kanadıyla pencereye dokunmuş gibi bir hışırtı duyuldu.
Ertesi gün de berrak ve buz gibi bir hava oldu… Ardından bahar geldi… Güneş yüzünü gösterip parıldamaya başladı, her taraf yeşillere büründü, kırlangıçlar yuvalarını yaptılar, pencereler açıldı ve Kay ile Gerda, dam oluklarının üzerindeki küçük bahçelerinde tekrar bir araya geldiler.
O yaz güller öylesine güzel açmıştı ki! Küçük Gerda güllerden söz eden bir şarkı öğrenmişti ve söylerken kendi güllerini düşünüyordu. Onu Kay’a da öğretti ve birlikte söylediler… El ele oturdular, gülleri öptüler, parlak gün ışığına baktılar ve sohbet ettiler… Ne büyüleyici yaz günleriydi bunlar; dışarıda, yorulmak nedir bilmeden çiçek açan güllerin arasında olmak ne kadar da güzeldi!
Yine bir gün oturmuşlar hayvan ve kuş resimleriyle dolu bir kitaba bakıyorlardı ki, tam o sırada kuledeki saat beşi vurdu. Aynı anda Kay bağırdı: “Ah! Kalbime bir şey saplandı! Gözüme de bir şey kaçtı!”
Küçük kız onun yüzünü ellerinin arasına aldı… Kay gözlerini kırpıştırdı… Ama bir şey görünmüyordu.
“Galiba çıktı!” dedi Kay, ama çıkmamıştı!.. Hani o aynadan; büyük ve güzel olan her şeyi küçük ve çirkin gösteren, her kusuru hemen açığa vuran şu sihirli aynadan kopan bir parça kaçmıştı Kay’ın gözüne… Üstelik bu parçacıklardan biri de zavallı çocuğun tam kalbine saplanmıştı! İşte şimdi Kay bir buz parçası haline gelecekti… Hiç acı hissetmiyordu, ama o parça yüreğine işlemişti…
“Neden ağlıyorsun sen öyle!” dedi Gerda’ya. “Bu halinle çok çirkin görünüyorsun! Benim bir şeyim yok!” Sonra, “Üfff!” diye bağırdı birden. “Şu güle bak, iğrenç, kurtlar yemiş her yerini! Şu da yamuk yumuk büyümüş. Aman ne çirkin çiçekler bunlar böyle! İçinde durdukları sandık da öyle, biçimsiz, hantal bir şey!” Sonra sandığa şiddetli bir tekme savurarak o iki gülü de koparıp attı.
“Kay, ne yapıyorsun!” diye bir çığlık attı küçük kız. Kay, onun böyle dehşete kapıldığını görünce bir gül daha kopardı. Ardından bir sıçrayışta kendi penceresine geçti ve sevgili küçük Gerda’sını tek başına bıraktı.
Bir süre sonra Gerda elinde o resimli kitapla birlikte geldiği zaman da, kitabın bebeklere göre olduğunu söyleyip onu tersledi. Büyükannesi öyküler anlattığında, ikide bir, “ama, ama…” diyerek onun sözünü kesip durdu; hatta gizlice büyükannesinin arkasına geçip onun gözlüklerini takarak sesini taklit ediyor ve herkesi ona güldürüyordu. Sokaktaki bütün insanların taklidini yapmaya, herkesle alay etmeye başlamıştı. Acayip ve çirkin olan ne varsa, Kay anında onu kopya ediyor, bu halini görenler gülerek, “Aman ne afacan çocuk bu böyle!” diyorlardı. Ama bütün bunların nedeni, Kay’ın’ın gözüne kaçan ve kalbine saplanan cam parçalarıydı. Sonunda Kay, kendisini bütün kalbiyle seven küçük Gerda’ya bile bir sürü yaramazlık, muziplik yapacak kadar ileri gitti.
Oynadığı oyunlar da değişmişti. Artık daha ağırbaşlı oyunlardan hoşlanıyordu. Karlı bir kış gününde, elinde bir büyüteçle geldi, mavi ceketinin ucunu dışarı tutarak üzerinde biraz kar tanesi birikmesini bekledi. Sonra: “Gel de, büyüteçle şu kar tanelerine bak Gerda!” dedi. Kar taneleri büyüteçle kocaman görünüyor, büyüleyici güzellikte bir çiçeğe veya on köşeli bir yıldıza benziyorlardı; çok güzeldiler. “Görüyor musun, sanki bir sanatçının elinden çıkmış gibiler!” diye bağırdı Kay. “Hakiki çiçeklerden çok daha ilginç, çok daha merak uyandırıcı bunlar! Ne kadar muntazamlar, hiçbir kusurları yok… Bir de çabucak erimeseler!”
Sonra hain bir tavırla, Gerda’nın kulağına, “Büyük meydana gidip öteki çocuklarla oynamak için evden izin aldım,” diye fısıldadı ve çekip gitti.
Meydanda arsız bir sürü oğlan çocuğu, kızaklarını köylülerin arabalarına bağlıyorlar ve böylece yol boyunca kayıyorlardı. Oyunun bütün hızıyla sürdüğü bir anda, birden kocaman, beyaza boyanmış bir kızak çıkageldi. Kızağın içinde bembeyaz kürklere bürünmüş, başına beyaz kalpak takmış biri oturuyordu. Kızak meydanda iki tur attı; sonra Kay kendi küçük kızağını bu kızağa bağlayıp onun peşi sıra kaymaya başladı. Ama büyük kızak gittikçe hızlanarak ilerledi ve bir sonraki sokağa girdi. Kızağı kullanan kişi, arkasını döndü ve sanki eskiden beri tanışıyorlarmış gibi, Kay’a başıyla dostça bir işaret yaptı. Kay ne zaman kızağını çözmek istese, kızağı kullanan kişi başını sallıyor, bunun üzerine Kay olduğu yerde kalıyordu; sonunda şehrin kapısından çıktılar. Kızak hızla ilerlerken, kar yağışı da artık tipiye çevirmiş, küçük çocuk önünü bile göremez olmuştu. Nihayet Kay büyük kızaktan ayrılmak için ipi çözdü, ama bu hiçbir işe yaramadı… Küçük kızak, büyük kızağa yapışmıştı âdeta ve rüzgâr gibi gidiyorlardı. Kay bağırdı, yardım istedi ama onu kimse duymadı; tipi gittikçe şiddetleniyor, kızak uçarcasına ilerliyordu. Ara sıra sanki bir hendekten ya da bir çitten atlıyorlarmış gibi bir sarsıntı hissediliyordu. Kay korkudan aklını kaybetmek üzereydi, dua etmek istedi, ama aklına dua yerine çarpım tablosu geldi.
Kar taneleri gittikçe irileşiyordu, sonunda kocaman beyaz tavuklara dönüştüler. Birdenbire kızağı çeken atlar yana doğru döndü, kızak durdu ve kızağı kullanan kişi yerinden kalktı; üzerindeki kürk ve kalpak göz kamaştırıcı beyazlıkta kardandı. Bu bir kadındı, uzun boylu, zarif, bembeyaz parıldayan bir kadın… Kadın, karlar kraliçesinin ta kendisiydi…
“Hızlı geldik,” dedi Kay’a. “Ama dondurucu bir hava var, değil mi? Gel, benim ayı postundan kürküme sarın biraz…” Onu alıp kızağa, kendi yanına oturttu ve kürklere sardı; ama Kay kürke sarındığında, kendini bir kar yığınına gömülüyormuş gibi hissetti.
“Hâlâ üşüyor musun?” diye sordu ve çocuğu alnından öptü. Uff, bu öpücük buzdan da soğuktu ve Kay’ın zaten yarı yarıya donmuş olan yüreğine işledi. Kay o anda öleceğini sandı, ama bu hali uzun sürmedi, kısa sürede kendine geldi. Artık soğuğu hissetmiyordu.
“Kızağım! Kızağımı unutma!” dedi. Kızağı daha yeni aklına geliyordu. Havada uçan beyaz tavuklardan biri kızağa koşuldu. Karlar kraliçesi Kay’ı bir kez daha öptü ve öper öpmez de zavallı çocuk, küçük Gerda’yı, büyükannesini ve evini unutuverdi.
“Bundan sonra başka öpücük yok!” dedi karlar kraliçesi. “Çünkü bir kez daha öpersem ölürsün!”
Kay kadına baktı, ne kadar da güzeldi… Böylesine zarif, bu kadar alımlı bir yüzü daha önce hiç gçrmemişti. Karlar kraliçesi şimdi Kay’a, onu ilk kez penceresinin dışında gördüğü ve kendisini çağırdığı zamanki gibi, buzdan yapılmış izlenimi vermiyordu. Kraliçe, Kay’ın gözünde mükemmel bir yaratıktı. Artık ondan korkmuyordu da… Kraliçeye, akıldan hesap yapabilmeyi becerdiğini, hatta kesirleri bile hesaplayabildiğini, ülkenin yüzölçümünü ve nüfusunu da bildiğini anlattı. Kraliçe onun söylediklerini gülümseyerek dinliyordu. Bunun üzerine, bildikleri Kay’a artık o kadar da önemli görünmemeye başladı; yukarıya, engin gökyüzüne baktı, kraliçe ile birlikte kara bulutlara doğru git gide yükseliyorlardu. Fırtına uğulduyor, ıslık çalıyor, sanki eski zamanların şarkılarını söylüyordu. Ormanların ve göllerin, denizlerin ve karaların üzerinden uçtular. Aşağıda soğuk rüzgârlar esiyor, kurtlar uluyor, karlar bembeyaz ışıklar saçıyor, onların üzerinde, çığlıklar atan kara kargalar uçuyordu. Yukarda, Kay ile karlar kraliçesinin üzerinde ise, tabak gibi bir dolunay parıldıyordu. Kay, dolunayı ve bu uzun kış gecesini izledi. Sabah olduğunda, karlar kraliçesinin ayakları dibinde uyuyakalmıştı.
III
Büyücü Kadının Bahçesi
Peki ama, Kay geri dönmeyince Gerda ne hale geldi? Kay’a ne olduğunu kimseler bilmiyordu. Çocuklar sadece, onun kızağını büyük ve çok güzel bir kızağa bağladığını, sokaklardan geçtiğini ve şehir kapısından çıktığını görmüşlerdi. Nerede olduğunu kimse bilmiyordu; çok gözyaşı döküldü, küçük Gerda saatlerce acı acı ağladı. Demek ki Kay ölmüştü, şehrin yakınından geçen ırmakta boğulmuş olmalıydı. Ah ne uğursuz, ne uzun kış günleriydi bunlar!
Nihayet bahar geldi ve güneş sıcak yüzünü tekrar gösterdi.
“Kay öldü, artık gitti o!” dedi küçük Gerda.
“Hiç sanmıyorum!” dedi güneş ışığı.
“Kay öldü, artık gitti o!” dedi küçük Gerda kırlangıçlara.
“Hiç sanmıyoruz!” dediler kırlangıçlar.
Sonunda Gerda da onun öldüğüne inanmaz oldu.
Bir sabah, “Kay’ın hiç görmediği yeni kırmızı ayakkabılarımı giyeceğim ve ırmağa gidip bana ondan bir haber vermesini isteyeceğim,” dedi kendi kendine.
Gerda kalktığında sabahın erken saatleriydi… Henüz uyumakta olan yaşlı büyükanneyi öptü, kırmızı ayakkabılarını giydi ve tek başına şehir kapısından çıkıp ırmak boyuna gitti. Irmağa:
“Benim arkadaşımı alan sen değil misin?” dedi. “Onu bana geri verirsen, ben de sana kırmızı ayakkabılarımı veririm!”
Sanki ırmağın dalgaları peki dermiş gibi geldi Gerda’ya… Her şeyden çok sevdiği kırmızı ayakkabılarını eline aldığı gibi, ikisini birden ırmağın sularına fırlattı; ama ayakkabılar suyun hemen kenarına düştü ve küçük dalgacıklar da onları karaya taşıdı; ırmak bu armağanı istemiyordu besbelli, çünkü karşılığında Kay’ı veremezdi. Ama Gerda, ayakkabıları yeterince uzağa atamadığını düşünüp orada bulunan bir kayığa tırmandı, kayığın burnuna kadar ilerledi ve ayakkabıları yeniden dalgaların arasına fırlattı. Ama kayık kıyıya bağlı değildi ve Gerda’nın sallamasıyla kıyıdan açılmaya başladı. Gerda bunu fark edince, karaya atlamak için koşturdu ama o harekete geçene kadar, kayık kıyıdan epeyce açıldı ve akıntıya kapılıp sürüklenmeye başladı.
Gerda korku içinde ağlamaya başladı. Sesini sadece serçeler duydular, tabii onlar da kayığı tekrar karaya taşıyamazlardı. Ama sanki onu avutmak istercesine ırmak boyunca uçuyorlar, “Biz buradayız! Biz buradayız!” diye cıvıldıyorlardı. Kayık akıntıyla sürüklenmeye devam ediyordu; Gerda sessizce oturuyordu, ayaklarında sadece çorapları vardı. Küçük kırmızı ayakkabıları peşinden yüzüyor, ama kendilerinden daha hızlı giden kayığa yetişemiyorlardı. Irmağın iki yakası çok güzeldi: Güzelim çiçekler, ulu ağaçlar, koyunlarla ineklerin otladığı çayırlar… Ama ortalıkta kimsecikler görünmüyordu.
Gerda, “Belki ırmak beni Kay’ın yanına götürüyordur,” diye düşündü. Bu düşünce üzüntüsünü dağıttı ve ayağa kalkıp yemyeşil manzarayı izlemeye koyuldu. Sonra kocaman bir kiraz bahçesine geldi; bahçenin içinde kırmızı ve mavi acayip pencereleri olan, saz damlı küçük bir ev vardı. Evin önünde, gelip geçenlere selam veren tahtadan iki asker duruyordu.
Gerda askerlere seslendi, onları canlı sanmıştı, ama elbette bir cevap alamadı; askerlere git gide yaklaşıyor, akıntı kayığı karaya doğru sürüklüyordu.
Gerda daha yüksek sesle, bir kez daha seslendi, bunun üzerine evden, koltuk değneklerine dayanarak çok yaşlı bir kadın çıktı. Güneşten korunmak için, çok güzel çiçeklerle bezeli kocaman bir şapka takmıştı.
“Vah zavallı yavrum!” dedi yaşlı kadın. “ Bu şiddetli akıntıda bu kadar uzaklara nasıl sürüklendin?” Bunları söyledikten sonra ırmağın kıyısına kadar indi, koltuk değneğini uzatıp kayığı kıyıya çekti ve Gerda’yı indirdi.
Gerda karaya çıktığı için sevinse de, bu yabancı yaşlı kadından biraz korkmuştu. Yaşlı kadın, “Gel de anlat bakalım,” dedi, “kimsin sen ve buralara kadar nasıl geldin?” Gerda ona olan biteni anlattı, yaşlı kadın, “Hm! Hm!” diye başını sallayarak dinledi. Gerda her şeyi anlattıktan sonra, ona Kay’ı görüp görmediğini sordu. Yaşlı kadın Kay’ın oradan geçmediğini, ama eninde sonunda yolunun oraya düşeceğini söyledi ve Gerda’ya artık üzülmemesini, bahçedeki kirazlardan yemesini, resimli kitaplardakinden çok daha güzel olan ve her biri ayrı bir öykü anlatabilen çiçekleri seyretmesini tembihledi. Daha sonra da Gerda’yı elinden tutup küçük evden içeri soktu ve kapıyı kilitledi.
Evin pencereleri çok yüksekti; camları kırmızı, mavi ve sarıydı. Gün ışığı bu camlara vurduğunda tuhaf yansımalar yapıyordu; masanın üzerinde nefis kirazlar duruyordu; Gerda, kendisine izin verildiği için, istediği kadar kiraz yedi. O kiraz yerken, yaşlı kadın da altın bir tarakla onun saçlarını tarıyor, bukle bukle saçlar küçük kızın gül goncasına benzeyen, yuvarlak, sevimli yüzünü süslüyordu.
“Ne zamandan beri senin gibi tatlı küçük bir kızım olsun istiyordum,” dedi yaşlı kadın, “Bak göreceksin, ne kadar iyi anlaşacağız seninle!” Yaşlı kadın saçlarını taradıkça, Gerda küçük arkadaşı Kay’ı hızla unutuyordu, çünkü yaşlı kadın bir büyücüydü. Ama öyle kötü kalpli büyücülerden değildi. Yalnızca hoş vakit geçirmek için büyü yapardı. Küçük Gerda’yı da sevdiği için yanında alıkoymak istiyordu. Bu nedenle Bahçeye gidip koltuk değneğiyle bütün gül fidanlarına dokundu ve fidanların tümü, hiçbir iz bırakmadan yerin altına girip gözden kayboldular. Yaşlı kadın, Gerda bu gülleri görür de, kendi güllerini ve küçük Kay’ı hatırlayıp yollara düşer diye korktuğu için böyle yapmıştı.
Sonra Gerda’yı bahçeye çıkardı. Bahçenin her köşesi mis gibi kokuyordu, her taraf büyüleyici bir güzellikteydi. Dört mevsimin her tür çiçeği, bahçede göz alıcı renkleriyle parlıyordu. Hiçbir resimli kitap bu kadar canlı renklerde ve bu kadar güzel olamazdı. Gerda sevinçle hoplayıp zıpladı ve güneş kiraz ağaçlarının ardında batana kadar bahçede oynadı. Akşam olunca, mor menekşeler işlenmiş kırmızı yastıkları olan güzel bir yatağa yattı, uykuya daldı ve bir kraliçenin düğün gecesinde gördüğü kadar güzel rüyalar gördü.
Ertesi gün, sıcacık güneşin altında, yine çiçeklerle oynamaya gitti. Böylece günler geçti. Gerda artık bütün çiçekleri tanıyordu. Yüzlerce çeşit çiçek vardı ama bazen ona çiçek türlerinden biri eksikmiş gibi geliyor, bunun hangi tür olduğunu ise bir türlü bulamıyordu. Bir gün oturmuş, yaşlı kadının çiçeklerle süslü büyük hasır şapkasına bakıyordu; şapkadaki çiçeklerin en güzeli güldü. Yaşlı kadın öteki gülleri yok etse de, şapkasındaki gülü çıkarıp atmayı unutmuştu. Her şeyi akıl etmek kolay değildir elbette! “Ne!” dedi Gerda. “Burada hiç gül yok mu yani şimdi?” Hemen gidip bütün tarhları didik didik aramaya başladı, ama hayır, bir tane bile gül yoktu işte. Dizlerinin üzerine çöküp hüngür hüngür ağlamaya başladı; ama döktüğü o sıcak gözyaşları, tam da gül fidanlarının toprağın altında kaybolduğu yere düştü ve toprak gözyaşlarıyla ıslanınca, bir gül fidanı yeraltına girdiği zamanki haliyle, üstü büyüleyici güzellikte çiçeklerle pıtrak gibi dolu, yerden bitiverdi. Gerda fidanı kucakladı, gülleri öpücüklere boğdu ve tabii, evindeki güzel gülleri hatırladı, o zaman da aklına hemen Kay geliverdi.
“Ah! Ne kadar çok zaman kaybettim burada!” dedi güllere küçük kız. “Kay’ı arayacaktım ben! Onun nerede olduğunu siz biliyor musunuz? Ölüp gitmiş midir acaba?”
Güller, “Hayır, Kay ölmedi,” dediler. “Biz toprağın altındaydık ya! Bütün ölüler toprağın altında olur, ama Kay orada değildi!”
“Teşekkürler, binlerce teşekkürler!” diye cevap verdi küçük Gerda. Sonra öteki çiçeklerin yanına gidip hepsine tek tek sordu: “Peki siz küçük Kay’ın nerede olduğunu biliyor musunuz?”
Ama her çiçek, güneşin altında durup kendi masalını veya öyküsünü anlattı. Küçük Gerda bu öykülerden bir sürü şey öğrendi; ama hayır, çiçeklerin hiçbiri Kay hakkında bir şey bilmiyordu.
Bakın zambak neler söylüyordu:
“Davulun sesini duyuyor musun: Gümbede, gümbede! Yalnızca bu iki ses, gümbede, gümbede! Kadınların ağıdını dinle! Rahiplerin çağrısını dinle! Hindu kadın uzun kırmızı sarisine * sarınmış, odun yığınlarının üzerinde, alevler kadını ve ölmüş kocasını yutmak için yükseliyor. Ama Hindu kadın yalnızca etrafındakileri düşünüyor. Bakışları alevlerden daha yakıcı olan o adamı, kocasını düşünüyor. Gözlerinin ateşi kalbini alevlerden daha çok tutuşturan, bedeni az sonra küle dönüşecek olan adamı… Kadının kalbindeki yangın, odun yığınının alevleriyle sönüp gider mi hiç?”
“Hiçbir şey anlamadım!” dedi küçük Gerda.
“Benim masalım bunu anlatır!” dedi zambak.
Peki ya kahkahaçiçeği ne diyordu?
“Dar patikayı aşınca, eski bir şövalye kalesi vardır. Sık bir sarmaşık, kalenin harap kırmızı duvarlarını çepeçevre sararak yükselir ve balkonu sarar. O balkonda dünyalar güzeli bir genç kız durur. Kız parmaklıklardan sarkıp yolu gözler… Hiçbir gül ondan daha taze olamaz; rüzgârın dalından koparıp uçurduğu hiçbir elma çiçeği onun kadar narin olamaz. Güzelim ipek elbisesi nasıl da hışırdar! Hâlâ gelmiyor mu? diye düşünür hep kız.”
“Kay’dan mı söz ediyorsun?” diye sordu küçük Gerda.
“Ben yalnızca kendi masalımdan, kendi düşümden söz ediyorum,” diye cevap verdi kahkahaçiçeği.
Bakalım kardelen neler anlatıyordu?
“İki ağacın arasına iplerle tahtadan yapılmış bir salıncak asılı. iki sevimli küçük kız –giysileri kar gibi bembeyaz, şapkalarında uzun yeşil ipekten kurdeleler dalgalanıyor– salıncakta oturmuş sallanıyorlar. Ağabeyleri salıncakta ayakta duruyor, tutunabilmek için iplere kollarını dolamış, çünkü bir elinde küçük bir kâse, ötekinde bir boru var ve havaya sabun köpüğünden baloncuklar üflüyor. Salıncak sallanıyor, rengârenk, hareli baloncuklar havada uçuşuyor. İşte, en sonuncusu sazın ucunda, rüzgârla salınıyor; salıncak sallanıyor. Baloncuklar kadar narin, siyah küçük bir köpek, arka ayaklarının üzerinde yükselmiş. O da salıncağa binmek istiyor. Salıncak uçuyor, köpek düşüyor, kızıp havlamaya başlıyor. Çocuklar ona gülüyorlar, baloncuklar patlıyor –sallanan bir tahtayı, sabun köpüğü gibi dağılıp yok olan bir sahneyi anlatıyor benim şarkım!”
“Anlattıkların güzel olabilir; ama çok kederli anlatıyorsun ve küçük Kay’dan hiç söz etmiyorsun!” dedi Gerda.
Ya sümbül, o ne anlatıyordu?
“Bir zamanlar, hepsi de birbirinden güzel üç kız kardeş vardı. Tülden yapılmış gibi zarif ve inceydiler; birinin giysisi kırmızı, ikincinin mavi, üçüncününki bembeyazdı. Sakin göl kıyısında, berrak ay ışığında, el ele tutuşmuş dans ediyorlardı. Su perisi değildiler, insanoğluydular… Havada mis gibi bir koku vardı… Kızlar birden ormanın içinde gözden kayboldular… Havadaki baygın koku gittikçe arttı… O güzel kızların içinde yattığı üç tabut, ormanın çalılıklarından çıkıp göle doğru süzüldü. Ateşböcekleri, havada salınan ışıklar gibi yanıp sönerek etraflarında uçuşuyordu. Dans eden genç kızlar uyuyorlar mı? Yoksa ölmüşler mi? Çiçeklerin kokusu, öldüklerini söylüyor! Akşam çanları ölüler için çalıyor!”
“Beni çok üzüyorsun!” dedi küçük Gerda. “Çok da baygın kokuyorsun; kokun bana ölen kızları hatırlatıyor! Ah, küçük Kay gerçekten öldü mü yoksa! Yeraltına gidip dönen güller, ölmediğini söylüyorlar!”
“Ding dong!” dedi sümbüller. “Hayır, biz küçük Kay için çan çalmıyoruz… Onu tanımıyoruz ki! Biz bir tek şarkı bilir, o şarkıyı söyleriz!”
Bunun üzerine Gerda, parlak yeşil yapraklarının arasında güneş gibi parlayan sarı çiçeğe gitti:
“Küçük bir güneşe benziyorsun tıpkı!” dedi ona. “Okul arkadaşım Kay’ı nerede bulabileceğimi biliyor musun?”
Sarı çiçek öyle güzel parlıyordu ki! Gerda’ya baktı. Hangi şarkıyı söyleyebilirdi peki? Onun şarkısı da Kay’dan söz etmiyordu elbette.
“Baharın ilk günlerinde sevgili güneş, küçük bir avluyu sıcacık ısıtıyordu. Güneş ışıkları komşu evin beyaz duvarlarından yansıyor, mevsimin ilk sarı çiçeği duvarın dibinde altın gibi parlıyordu. Yaşlı büyükanne, dışarıda koltuğunda oturuyordu; hizmetçilik yapan zavallı güzel torunu, kısa süre için gittiği misafirlikten eve döndü. Büyükannesini öptü. Bu öpücük altından daha değerliydi, bu içten, bu sıcak öpücük dünyanın bütün hazinelerine değerdi. Benim küçük öyküm de bu kadar işte!” dedi sarı çiçek.
“Ah benim zavallı, yaşlı büyükannem!” diye içini çekti Gerda. “Ben nasıl Kay’ı özlüyor, onun için üzülüyorsam, eminim büyükannem de beni özlüyordur, benim yüzümden üzülüyordur. Ama ben çok yakında, Kay’la birlikte eve döneceğim. Çiçeklere Kay’ı sormanın bir yararı yok, kendi şarkılarını söylemekten başka bir şey bilmiyorlar nasıl olsa!” Gerda, daha hızlı yürüyebilmek için eteklerini topladı; tam nergisin üzerinden atlamak üzereydi ki, çiçek bacaklarına yapıştı. Bunun üzerine Gerda durdu ve nergise bakıp: “Belki de sen bir şeyler biliyorsundur?” dedi. Nergisin üzerine eğildi. Bakalım nergis ne dedi?
“Kendimi görebiliyorum, kendimi görebiliyorum!” diye konuşmaya başladı. “Ohh, nasıl da misler gibi kokuyorum! Yukarda, tavan arasındaki odada, yarı çıplak küçük bir balerin var; hop tek ayağının, hop iki ayağının üzerinde duruyor. Etrafındaki her şeyin üzerinde dans ediyor… Bütün bunlar bir göz aldanmasından başka bir şey değil oysa. Bir çaydanlıktan, elinde tuttuğu küçük bir şeyin üzerine su döküyor; bu onun korsesi! Evet, elbette, temizlik hayatın yarısıdır! Orada, askıda asılı duran beyaz elbise de çaydanlıkta yıkandı ve damda kurutuldu. Balerin beyaz elbiseyi giyince, boynuna da safran sarısı bir eşarp bağlıyor, çünkü eşarbın sarısının yanında elbise daha da beyaz görünüyor. Bacak yukarı! Baksana, görüntüsü çaydanlığın sapından nasıl da yansıyor! Kendimi görebiliyorum, kendimi görebiliyorum!”
“Bu konu beni ilgilendirmez,” dedi Gerda, “Bunu bana niye anlatıyorsun ki!” Sonra bahçenin sonuna kadar koştu.
Bahçe kapısı kilitliydi ama Gerda, kapı açılana kadar bütün gücüyle paslanmış sürgüyü itti, sonra da yalın ayak, dışarıdaki dünyaya doğru koştu. Üç kez arkasına baktı, ama peşinden gelen yoktu. Koştu, koştu, sonunda yorgun düşüp büyük bir taşın üzerine oturdu. Etrafına bakınınca, yazın geçip gittiğini gördü; şimdi artık sonbaharın son günleriydi. O güzel bahçede güneş her yeri sıcacık ısıttığı ve dört mevsimin çiçekleri hep açtığı için, zamanın nasıl geçip gittiği anlaşılmıyordu.
“Tanrım, ne kadar zaman kaybetmişim!” dedi küçük Gerda. “Sonbahar gelmiş bile, daha fazla oyalanmamalıyım!” Tekrar yola koyulmak için ayağa kalktı.
Ah, ama o küçücük ayakları nasıl da yorgun ve yara bere içindeydi. Hava ne kadar soğuk, manzara nasıl da kasvetliydi! Söğütlerin uzun yaprakları sararmıştı, her yere iri damlalar halinde çiy düşüyordu. Yapraklar birbiri ardına dökülüyordu… Sadece karaçalıların meyvesi vardı, ama onlar da o kadar acıydı ki, insanın ağzını mahvediyordu. Ah, her yer nasıl da puslu, kasvetli ve soğuktu!

IV
Prens ile Prenses
Gerda çok geçmeden tekrar durup dinlenmek zorunda kaldı; orada karların üzerinde, Gerda’nın oturduğu yerin tam karşısında, ona merakla bakıp başını sallayan koca bir kuzgun oturuyordu. “Gak! Gak!... İyi günner, iyi günner!” dedi Gerda’ya. Düzgün konuşamıyordu ama, küçük kıza derdini gayet güzel anlattı ve böyle tek başına nereye gittiğini sordu.
Aslında Gerda, “tek başına” sözcüklerinden başkasını pek anlayamamış, ama bundan, kuzgunun ne kast ettiğini anlayamamıştı. Böylece kuzguna bütün olup bitenleri anlattı ve Kay’ı görüp görmediğini sordu.
Kuzgun ciddi bir tavırla başını salladı: “Olabilir, olabilir, belki de görmüşümdür!” dedi.
“Ne? Sahi mi?” diye bağırdı Gerda sevinçle ve kuzgunun boynuna öyle bir sarıldı ki, hayvancağız az kalsın boğuluyordu.
“Akıllı ol, akıllı ol! Dur biraz!” dedi kuzgun. “Gördüğüm çocuğun Kay olduğunu sanıyorum! Ama o şimdi, prenses yüzünden seni unutmuştur mutlaka!”
“Kay bir prensesin yanında mı kalıyor?” diye sordu Gerda.
“Evet… Dinle…” dedi kuzgun, “ama senin dilinde konuşmak bana çok zor geliyor. Kuş dilini anlasaydın, daha iyi anlatabilirdim.”
“Kuş dili öğrenmedim ne yazık ki! Ama büyükannem bilirdi! Keşke ben de öğrenseymişim!”
“Zararı yok,” dedi kuzgun, “yapabildiğim kadarıyla anlatırım, ne kadar anlatabilirsem artık!” Sonra da bütün bildiklerini anlattı:
“Bizim, cin gibi akıllı bir prensesimiz vardır; öyle zekidir ki, dünyadaki bütün gazeteleri okumuş, ama okuduklarının hepsini unutmak akıllığını göstermiştir. Geçenlerde tahtına oturmuş, sohbet edecek kimseyi bulamadığı için can sıkıntısından kendi kendine şarkı mırıldanıyormuş, ‘Niye evlenmeyeyim ki ben?’ diye… O anda, ‘Gerçekten, niye evlenmiyorum ki?’ diye düşünmüş ve evlenmeye karar vermiş. Ama sohbet etmesini, cevap vermesini bilen bir kocası olsun istiyormuş; çünkü öyle iddialı, kibirli, ukala insanları çok can sıkıcı buluyormuş. Bunun üzerine bütün nedimelerini etrafına toplamış, niyetini onlara açıklayınca, hepsi çok sevinmişler, ‘Aaa, harika!’ diye bağrışmışlar. ‘Biz de tam bunu düşünüyorduk!’…” Sözün burasında kuzgun, “Anlattıklarımın her kelimesi doğrudur, buna inan, gerçeğin ta kendisini anlatıyorum!” dedi ve devam etti. “Sarayda serbestçe dolaşan, evcil bir nişanlım var, bunları bana o anlattı!”
Elbette kuzgunun nişanlısı da bir kuzgundu, çünkü kuzgunlar ancak kuzgunlarla nişanlanırlar…
Sonra anlatmayı sürdürdü: “Gazeteler, kalplerden ve prensesin imzasından oluşan bir çerçevenin içinde ilanlar yayınladılar; ilanlarda, genç ve yakışıklı her erkeğin saraya gelip prensesle görüşebileceği, prensesin, gelenler arasından en sözü sohbeti yerinde, en rahat konuşan delikanlıyı eş olarak seçeceği bildiriliyordu. Evet, işte böyle…” dedi kuzgun, “inan bana, anlattıklarımın hepsi doğru... Delikanlılar saraya akın ettiler; iğne atsan yere düşmezdi, öyle kalabalıktı, ama ne birinci gün, ne de ertesi gün, gelenlerden hiçbiri prensese kendini beğendirme şansına kavuşamadı. Gelenlerin hepsi sarayın dışında gayet güzel konuşuyor, ama saraydan içeri adımlarını atar atmaz dut yemiş bülbüle dönüyorlardı. Sırmalı üniformalarıyla muhafızları, altın işlemeli giysiler giymiş uşakları, pırıl pırıl aydınlatılmış salonları görünce ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. Hele prensesin oturduğu tahtın önüne gelince elleri ayaklarına dolaşıyor, prensesin söylediği sözlerin son sözcüğünü papağan gibi tekrarlamaktan başka bir şey yapamaz oluyorlardı. Tekrar sarayın dışına çıkana kadar, öyle felç olmuş gibi kalakalıyorlar, ancak o zaman tekrar konuşmaya başlayabiliyorlardı. Şehrin kapısından saraya kadar upuzun bir kuyruk oluşmuştu. Bunu kendi gözlerimle gördüm!... Beklerken acıkıp susuyorlar, sarayda da kendilerine tatsız bir sudan başka içecek verilmiyordu. Gerçi aralarından kurnaz olanlar yiyecek bir şeyler getirmişlerdi, ama onlar da yiyeceklerini diğerleriyle paylaşmıyorlardı, çünkü rakiplerinin aç sefil görünmesini istiyorlardı, böylece prenses onları beğenmez diye düşünüyorlardı.
“Peki ama ya, Kay küçük Kay? O ne zaman geldi?” diye sordu Gerda. “O da kalabalığın arasında mıydı?”
“Acele işe şeytan karışır! Bekle biraz,” dedi kuzgun, “Biz de tam oraya geliyorduk! Üçüncü gün küçük bir delikanlı çıkageldi, atı ya da arabası yoktu, yayan gelmişti, neşe içinde dosdoğru sarayın kapısına gitti. Gözleri tıpkı senin gözlerin gibi parlıyordu, upuzun, güzel saçları vardı, ama giysileri yoksullarınki gibi sefil bir haldeydi.”
“Ah, bu Kay’dır,” diye sevinçle bağırdı Gerda ellerini çırparak, “nihayet buldum onu!”
“Küçük bir sırt çantası vardı!” dedi kuzgun.
“Hayır, kızağıdır o!” dedi Gerda. “Kızağıyla gitmişti!”
“Olabilir,” diye cevap verdi kuzgun, “o kadar iyi göremedim! Ama nişanlımdan öğrendim, sarayın kapısına varıp da, sırmalı üniformalı muhafızları, altın işlemeli giysiler giymiş uşakları görünce hiç de öyle ezilip büzülmemiş. Onları şöyle üstünkörü bir selamlamış ve ‘Böyle merdivenlerde beklemek çok sıkıcı olmalı. Ben en iyisi içeri gireyim!’ demiş. İçerde salonlar pırıl pırıl aydınlatılmış, saray halkı gürültü etmemek için yalınayak dolaşıyor, ellerinde de altın kaplar taşıyorlarmış. Delikanlının çizmeleri müthiş gıcırdıyormuş, ama o buna hiç aldırış etmiyor gibi görünüyormuş.”
“Bu mutlaka Kay’dır!” diye bağırdı Gerda. “Biliyorum, yeni çizmeleri vardı; büyükannenin odasındayken çizmelerin gıcırtısını ben de duymuştum.”
“Evet, gıcırdıyorlarmış!” diye cevap verdi kuzgun. “Sonra, koskocaman bir incinin üzerine oturmuş olan prensese doğru cesurca ilerlemiş. Prensesin bütün nedimeleri, şövalyeleri, kendi hizmetkârları ile birlikte tahtın çevresini sarmışlarmış; hizmetkârların ayrıca kendi uşakları, uşakların da yamakları, hepsi oradaymış. Görevlinin rütbesi ne kadar küçülürse, kibri, ukalalığı da o kadar artıyormuş!”
“Korkunç bir şey olmalı!” dedi küçük Gerda. “Peki Kay, prensesle evlendi mi?”
“Eğer kuzgun olmasaydım, onunla ben de evlenirdim, nişanlı olmama rağmen!” dedi kuzgun. “Delikanlı, benim kuzgun dilini konuştuğum kadar güzel konuşmuş, bunu da nişanlım söyledi. Pek sevimli, pek nazikmiş. Ayrıca, ille de evlenmek gibi bir derdi yokmuş, yalnızca, prensesin dillere destan ince zekâsını merak ettiği için gelmişmiş. Kısacası, sonunda delikanlı prensesi çok beğenmiş, prenses de onu!”
“Evet, mutlaka öyledir!” dedi Gerda. “Kay çok akıllıdır, kesirleri bile akıldan hesaplayabilir!... Ah, sen beni saraya götüremez misin?”
“Söylemesi kolay!” dedi kuzgun. “Ama bunu nasıl yapacağız? Nişanlımla bir görüşeyim bakalım, belki o bana bir akıl verebilir! Ama şunu da bil ki, senin gibi küçük bir kız, öyle kolay kolay saraya girme izni alamaz!”
“Ben alırım!” diye bağırdı Gerda. “Kay benim geldiğimi duyarsa, hemen gelip beni içeri alır!”
“Öyleyse, şu parmaklıkların önünde bekle beni!” dedi kuzgun, sonra başını sallayarak uçup gitti.
Kuzgun geri döndüğünde hava kararmıştı. “Gak, gak!” dedi. “Nişanlımın sana çok selamı var! Bu küçük ekmeği de sana yolladı, mutfaktan almış, orada çok ekmek var nasılsa! Acıkmışsındır mutlaka! Saraya kabul edilmek ise senin için olanaksız, çünkü yalınayaksın! Sırmalı muhafızlar, uşaklar buna asla göz yummaz! Ağlama canım, yine de içeri girmenin bir yolu var. Nişanlım, doğrudan yatak odasına çıkan gizli bir merdiven olduğunu söyledi, anahtarın nerede olduğunu da biliyormuş!”
Böylece ikisi birlikte sarayın bahçesine gittiler, yaprakların birbiri ardına döküldüğü iki yanı ağaçlıklı yoldan yürüdüler; sarayın ışıkları birer birer sönünce, kuzgun küçük Gerda’yı aralık bırakılmış arka kapıya götürdü.
Ah, Gerda’nın yüreği korkuyla ve özlemle nasıl da çarpıyordu! Kendini kötü bir şey yapıyormuş gibi hissediyordu, oysa tek istediği küçük Kay’ın orada olup olmadığını öğrenmekti. Evet, Kay mutlaka oradaydı! Onun zeki bakışları, uzun saçları hâlâ bütün canlılığıyla belleğindeydi. Onu tatlı gülümsemesiyle, çatı katındaki güllerin arasında otururken görüyordu sanki. Gerda’yı görünce, onun kendisi yüzünden bunca yol geldiğini; kayıplara karıştığı günden beri evde herkesin nasıl da kederli olduğunu öğrenince çok sevinecekti mutlaka. Ah, bu ne korku, bu ne mutluluktu!
Kuzgun ile Gerda merdiveni tırmandılar. Yukarda, bir dolabın üzerinde küçük bir lamba yanıyordu. Evcil kuzgun odanın ortasında, yerdeydi, başını dört bir yana çevirerek etrafına bakınıyordu; büyükannesinden öğrendiği gibi eğilerek kendisini selamlayan Gerda’yı inceledi bir süre.
“Nişanlım sizden çok söz etti küçük hanım,” diye konuşmaya başladı evcil kuzgun, “Hakkınızda çok iyi şeyler söyledi. Başınıza gelenler gerçekten de çok üzücü! Şu lambayı alırsanız, size yolu göstereceğim.”
“Bana, biri bizi izliyor gibi geldi!” dedi Gerda, gerçekten de yan tarafından hışırtılar, garip sesler geliyordu. Duvarlarda birtakım gölgeler, yeleleri kabarmış incecik bacaklı atların, avcıların, kibar hanımların ve beylerin görüntüleri hareket ediyor gibiydi.
“Bunlar düşlerdir!” dedi kuzgun. “Gelip prensle prensesin zihnini alırlar ve ava götürürler. Bu bizim açımızdan daha iyi, böylelikle siz, prensle prensesi yataklarında iyice inceleyebilirsiniz. Ama ben de, eğer ilerde prenses tarafından onurlandırılırsanız, bu iyiliğimin karşılığını beklerim sizden.”
“Tabii canım, değil mi?” diye cevap verdi ona dişi kuzgun!
Sonra hep birlikte ilk salona girdiler; salonun duvarları pembe atlastan halılarla kaplıydı ve her yerden yapma çiçekler sarkıyordu. Düşler yine süzülerek önlerinden geçti, ama öyle hızlı uçuyorlardı ki, Gerda prensle prensesin zihinlerini görme fırsatı bulamadı. Bütün salonlar birbirinden muhteşem, birbirinden güzeldi, öyle ki görenlerin aklını başından alabilirdi. Sonunda yatak odasına vardılar. Odanın kristalden yapılmış tavanı, kocaman bir palmiye ağacının yapraklarını andırıyordu, ortadaki som altından kalın bir sütuna zambak biçiminde iki yatak asılmıştı. Prensesin yattığı yatak bembeyazdı, Gerda’nın arkadaşını bulmayı umduğu diğer yatak ise kırmızı; Gerda yatağın üzerindeki kırmızı yapraklardan birini kaldırınca, orada yatan delikanlının esmer ensesini gördü. Evet, bu Kay’dı. “Kay! Kay!” diye bağırdı Gerda ve ışıkta daha iyi görebilmek için lambayı kaldırdı… Düşler dörtnala koşarak tekrar odaya süzüldüler… Delikanlı uyandı, başını kaldırdı… Ama bu küçük Kay değildi!
Prensin yalnızca ensesi Kay’ı andırıyordu, ama o da çok genç ve yakışıklıydı. Bu sırada prenses de beyaz zambak yatağından başını uzatıp onlara baktı ve gelenin kim olduğunu sordu. Bunun üzerine küçük Gerda gözyaşlarına boğularak başından geçenleri, kuzgunların kendisine yaptıkları iyilikleri bir bir anlattı.
“Vah zavallı küçük kız!” dedi prens ile prenses… Kuzgunlara da güzel sözler söyleyip, yaptıkları şeyden dolayı kızmadıklarını bildirdiler, ama bunu bir daha yapmamalarını söylemeyi de ihmal etmediler, hatta kuzgunlar ödüllendirileceklerdi bile.
“Özgürce uçmak mı istersiniz,” dedi prenses, “yoksa sofradan artakalan bütün yiyeceklerden yararlanabileceğiniz şekilde, saray kuzgunu konumunu mu tercih edersiniz?”
Kuzgunlar yerlere kadar eğilip, saraya kabul edilmelerini rica ettiler, çünkü yaşlılık günlerinde hiçbir sıkıntı çekmeden yaşamanın çok güzel olacağını düşünüyorlardı…
Prens yatağından kalkıp kendi yerine Gerda’yı yatırdı; zaten bundan fazlasını da yapamazdı. Gerda, “Tanrım,” diye düşündü, “insanlar da, hayvanlar da bana ne kadar iyi davranıyorlar!” Sonra gözlerini kapatıp uykuya daldı. O anda düşler tekrar odaya doluştular, tıpkı meleklere benziyorlardı. İçinde Kay’ın oturduğu küçük bir kızağı çekiyorlardı, Kay, Gerda’ya el sallıyordu. Ama bütün bunlar yalnızca düştü ve Gerda uyanır uyanmaz her şey ortadan kayboluverdi.
Ertesi gün Gerda tepeden tırnağa ipekten, kadifeden giysilerle donatıldı; isteseydi ömür boyu sarayda kalıp rahatça yaşayabilirdi… Ama o sadece tek atlı küçük bir araba ve bir çift çizme istedi; çünkü tekrar yollara düşüp Kay’ı aramak istiyordu.
Böylece çok güzel bir çift çizmeye ve bir manşona* kavuştu. Güzelce giyindi, tam yola çıkacağı sırada bir de baktı ki, kapının önünde som altından, prens ve prensesin armalarıyla süslü yepyeni, küçücük bir araba kendisini bekliyor! Arabacı, uşak ve arabaya eşlik edecek atlı görevli –evet, evet, böyle bir görevli bile vardı– başlarında altın taçlarla göreve hazırdılar. Prens ile prenses Gerda’nın arabaya binmesine yardım edip ona iyi şanslar dilediler. Artık nişanlısıyla evlenmiş olan orman kuzgunu da, bir süre Gerda’ya eşlik etti. Arabada onun yanına oturdu, çünkü ters yönde yolculuk etmeye hiç dayanamazdı. Evcil kuzgun ise kapıda durup kanat çırpmakla yetindi; o Gerda’ya eşlik etmiyordu, çünkü sarayda görevlendirildiğinden beri çok fazla yemek yediği için baş ağrısı çekiyordu. Arabanın içi şekerli çöreklerle, koltukların altı ise meyve ve kurabiyelerle tıklım tıklım doldurulmuştu.
“Güle güle, şansın açık olsun!” diye bağırdılar prens ile prenses; Gerda öyle duygulandı ki, ağlamaya başladı, bunu gören kuzgun da gözyaşlarını tutamadı. Bir süre yol aldıktan sonra kuzgun da Gerda ile vedalaştı, bu daha da zor bir ayrılık oldu; hayvancağız bir ağaca tünedi ve güneş gibi pırıl pırıl parlayan araba gözden kaybolana kadar kara kanatlarını çırpıp durdu.

V
Küçük Haydut Kız
Karanlık bir ormanda ilerliyorlardı, ama araba bir meşale gibi ışık saçıyordu. Bu parıltı haydutların da gözlerini alıyordu. Tabii ki daha fazla dayanamadılar. “Altın, altın bu!” diye bağrışarak arabaya saldırdılar, atları yakaladılar, küçük atlı eşlikçiyi, arabacıyı ve uşakları öldürdüler, Gerda’yı da arabadan çekip çıkardılar.
“Nasıl da tombul, nasıl da taze, bakın şuna,” dedi yaşlı haydut kadın, “sanki cevizle beslenmiş!” Kadının upuzun çirkin bıyıkları ve gözlerinin üzerine kadar inen kapkalın kaşları vardı. “Semiz bir kuzu kadar lezzetli olmalı! Tam ağzımıza layık!” Bunları söyledikten sonra korkunç bir şekilde parlayan, kocaman keskin bir bıçak çıkardı. Ama birden “Ay! Ay!” diye bağırdı. Bir mucize falan olmamıştı! Kadının sırtında taşıdığı vahşi, saldırgan kızı, annesinin kulağını ısırıvermişti. Kadın, “Seni arsız çocuk seni!” dedi. Bu arada Gerda’yı boğazlamaya da fırsat bulamadı.
“O benimle oyun oynayacak!” dedi küçük haydut kız. “Bana manşonunu ve güzel giysilerini verecek, benim yatağımda uyuyacak!” Sonra annesinin kulağını öyle bir ısırdı ki, kadın acıdan havaya zıplayıp kendi etrafında bir tur attı. Bunu gören haydutlar kahkahalarla gülerek, “Bakın şuna, arsız kızıyla nasıl da dans ediyor!” diye alay etmeye başladılar.
Haydut kız, “Ben arabaya bineceğim işte!” diye tutturdu. Öyle arsız ve inatçı bir kızdı ki, istediklerini yerine getirmemek, söz konusu bile olamazdı. Gerda’yla birlikte arabaya bindi ve sonra ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladılar. Haydut kız Gerda ile aşağı yukarı aynı boydaydı, ama daha güçlü, daha geniş omuzlu ve esmer tenliydi. Gözleri kömür gibi karaydı ve çok kederli bakışları vardı. Gerda’ya sıkıca sarılıp, “Korkma,” dedi, “beni kızdırmadığın sürece, seni öldüremezler! Sen mutlaka bir prenses olmalısın!”
“Hayır,” dedi Gerda ve başına gelenleri bir bir anlatıp Kay’ı ne kadar sevdiğinden söz etti.
Haydut kız Gerda’yı ciddiyetle dinledi, başını salladı ve sonra, “Beni kızdırsan bile sana kimse elini süremez; gerekirse seni ben öldürürüm!” dedi. Gerda’nın gözyaşlarını sildi, ellerini sıcacık manşonun içine soktu.
Nihayet araba durdu; bir haydut şatosunun avlusundaydılar. Şato harabe halindeydi, her yerde kargalar ve kuzgunlar uçuşuyordu, her biri insanı parçalayıp yiyecek gibi görünen kocaman vahşi köpekler koşa koşa geldiler, ama havlamıyorlardı, çünkü havlamaları yasaktı.
Kocaman, eski, dumandan göz gözü görmeyen bir salonun taş zemininde büyük bir ateş yakılmıştı; duman tavana yükseliyor ve orada dışarı çıkacak bir yer arıyordu; koca bir kazanda çorba pişiyor, tavşanlar ve güvercinler kızartılıyordu.
Haydut kız Gerda’ya, “Sen benimle ve hayvanlarımla birlikte yatacaksın!” dedi. Yiyip içip karınlarını doyurduktan sonra, herkes bir köşeye çekilip hasırların ve halıların üzerine uzandı. Yukarda, sırıkların ve tahtaların üzerine tünemiş, uyuyor gibi görünen yüzlerce güvercin vardı; ama kızlar gelince kıpırdanmaya başladılar.
Küçük haydut kız, “Bunların hepsi benim!” dedi; kuşlardan birini bacaklarından yakalayıp, hayvan kanatlarını çırpana kadar sarstı ve Gerda’ya uzatıp, “Öp onu!” diye buyurdu. Ardından, duvardaki bir deliğin önüne çakılı birkaç tünekte oturan kuşları göstererek, “Bunlar ise orman serserileridir! Yani yabani kuşlardır,” diye devam etti sözlerine. “Şuradaki iki kuş… Onlar benim orman serserilerim; eğer bağlamasam, anında uçup giderler… Şu ise benim sevgili yaşlı geyiğim Be!” Haydut kız, duvarın bir kenarında bağlı duran ve boynunda parlak bir bakır tasma olan Ren geyiğini boynuzlarından tutup getirdi. “Dikkat etmezsek bu da kaçıp gider. Her akşam keskin bıçağımla onun boynunu kaşırım, o da bundan çok korkar!” Küçük kız, duvardaki yarıktan uzun bir bıçak çıkardı ve bıçağı hayvanın boynunda gezdirdi. Hayvan korkuyla zıpladı, haydut kız onun bu haline kahkahayla güldü, sonra da yatağına uzanıp Gerda’yı yanına çekti.
“Uyurken bıçağını yanında mı tutarsın?” diye korkuyla sordu Gerda.
“Ben her zaman bıçağımla yatarım!” dedi küçük haydut kız. “Ne olur ne olmaz! Ama şimdi sen bunu bırak da, Kay’la ilgili anlattıklarını ve niçin dünyayı dolaştığını bir daha anlat.”
Gerda, en başından başlayarak her şeyi bir kez daha anlattı… Bu sırada yabani güvercinler, yukarda, kafeslerinde guruldayıp duruyorlar, evcil güvercinler ise uyuyorlardı. Küçük haydut kız kolunu Gerda’nın boynuna dolayıp, diğer elinde bıçağıyla uykuya daldı ve horlamaya başladı. Ama Gerda, ölecek mi kalacak mı, bilemediği için gözünü bile kırpamıyordu. Haydutlar ateşin etrafında oturuyorlar, şarkılar söyleyip içki içiyorlar, haydut kadın ise dans edip taklalar atıyordu. Ah, bu manzarayı izlemek, küçük kız için gerçekten de katlanılmaz bir şeydi.
Tam o sırada yabani güvercinler dile gelip konuşmaya başladılar: “Gurr, gurr! Biz küçük Kay’ı gördük. Kay’ın kızağını beyaz bir tavuk çekiyordu, kendisi de karlar kraliçesinin arabasında oturuyordu; kraliçe ormandan geçti, o zamanlar biz daha yuvamızdaydık. Karlar kraliçesi biz yavru güvercinlere doğru şöyle bir üfledi, ikimiz hariç bütün yavrular öldü… Gurr, gurr!”
“Neden söz ediyorsunuz siz!” diye bağırdı Gerda. “Peki karlar kraliçesi nereye gidiyordu? Onu tanır mısınız?”
“Herhalde Laponya’ya* gidiyordu, çünkü orası her zaman karlı ve buzludur! Şuradaki Ren geyiğine bir sor!”
“Orası hep karlı ve buzludur, verimli ve harika bir ülkedir!” diye söze karıştı Ren geyiği. “O geniş ve pırıl pırıl arazilerde özgürce koşmak ne güzeldir! Laponya’da kraliçenin yazlık sarayı vardır, ama asıl sarayı Kuzey Kutbu’nda, Spitzbergen* adlı adadadır.”
“Ah Kay, sevgili Kay!” diye içini çekti Gerda.
“Kes sesini artık!” dedi haydut kız. “Yoksa bıçağı yiyeceksin şimdi!”
Ertesi sabah Gerda, yabani güvercinlerin söylediklerini haydut kıza anlattı. Haydut kız Gerda’ya ciddi bakışlarla baktı, başını salladı ve Ren geyiğine, “Tamam!” dedi. “Sen Laponya’nın nerede olduğunu biliyor musun?”
“Bunu benden daha iyi kim bilebilir ki,” dedi Ren geyiği gözleri parlayarak. “Ben orada doğup büyüdüm; karlı arazilerde koşup oynadım.”
“Dinle!” dedi haydut kız Gerda’ya. “Gördüğün gibi, bizimkiler gitti, ama annem hâlâ burada. Kahvaltıda koca bir şişe içki içer ve kısa bir süre sonra da sızıp kalır. O zaman senin için bir şey yapabilirim.” Sonra bir sıçrayışta yataktan kalktı, gidip annesinin boynuna sarıldı, bıyıklarını çekiştirdi ve “Günaydın benim sevgili keçim!” dedi. Annesi de, kızının burnunun ortasına bir yumruk patlatarak onun sevgi gösterisine cevap verdi; haydut kızın burnu mosmor oldu ama ikisi de birbirlerine kızmadılar, sadece şakalaşıyorlardı.
Anne kafayı çekip sarhoş olunca, haydut kız Ren geyiğinin yayına gidip, “Boynunu bıçağımla gıdıklamaktan pek hoşlanıyorum gerçi, bu çok zevkli bir şey ama yine de ipini çözeceğim ve Laponya’ya gidebilesin diye seni serbest bırakacağım, ama buna karşılık sen de hayatında hiç koşmadığın kadar hızlı koşarak, bu kızı karlar kraliçesinin sarayına, arkadaşı Kay’ın yanına götüreceksin. Anlattıklarını mutlaka duymuşsundur, car car susmak bilmedi, sen de her şeye kulak kabartmaya alışıksındır zaten!”
Ren geyiği sevincinden havalara zıpladı. Haydut kız Gerda’yı geyiğin sırtına bindirdi ve küçük kızı düşmesin diye sıkıca bağlayıp, altına bir minder koymayı da ihmal etmedi. “İşte muflonlu* çizmelerin de burada,” dedi, “çünkü hava çok soğuk olacak. Manşonu vermiyorum, onu pek sevdim, ama yine de üşümeyeceksin, sana annemin eldivenlerini vereceğim, dirseklerine kadar örter! Giy bakalım şunları!... Bak, ellerin tıpkı benim çirkin anamın ellerine benzedi!”
Gerda sevinçten ağlıyordu.
“Böyle mızıldanmalardan hiç hoşlanmam!” dedi haydut kız. “Neşelen bakalım! Şu iki ekmekle jambonu da al, yolda acıkırsan yersin!” Yiyecekler de Ren geyiğinin sırtına bağlandı; küçük haydut kız kapıyı açtı, koca köpekleri içeri aldı, geyiğin ipini bıçağıyla kesti ve geyiğe, “Koşmaya başla bakalım!” dedi. “Ama küçük kıza bir şey olmasın, dikkat et!”
Gerda kocaman eldivenler içindeki ellerini haydut kıza uzattı, hoşça kal dedi; Ren geyiği ok gibi fırlayıp koşmaya başladı, dere tepe aştı, koca ormanı geçti, hiç zaman kaybetmeden bozkırları, bataklıkları arkasında bıraktı. Kurtlar uluyor, kargalar çığlıklar atıyordu. Sonra birdenbire uzaklardan hafif çıtırtılar duyuldu ve dört bir yanı saran parlak bir ışık belirdi.
“İşte, bak kutup ışıkları!” dedi Ren geyiği. “Bak, nasıl parlıyor!” Hızını daha da artırarak ileri atıldı, gece gündüz demeden koşmayı sürdürdü. Tam yiyecekleri bitmişti ki, nihayet Laponya’ya vardılar.

VI
Laponyalı ve Finlandiyalı Kadınlar
Acınacak kadar sefil, küçük bir kulübenin önünde durdular; kulübenin çatısı yere kadar iniyordu ve kapısı da ancak yerde sürünerek içeri girilebilecek kadar basıktı. Evde, içinde balık yağı yanan bir lambanın ışığında oturmuş balık kızartan bir Laponyalı kadından başka kimse yoktu. Ren geyiği Gerda’nın başından geçenleri kadına anlattı; ama anlatmaya kendi macerasıyla başladı, çünkü bu onun için daha önemliydi. Gerda öyle üşümüştü ki, ağzını açıp da konuşacak halde değildi.
“Vah zavallılar!” dedi Laponyalı kadın. “Ama daha önünüzde uzun bir yol var! Finlandiya’nın içlerine doğru, daha yüzlerce kilometre gitmeniz lazım, çünkü karlar kraliçesinin yazlık evi oradadır; kraliçe her akşam orada mavi kutup ışıklarını yaktırır. Ben şimdi kurutulmuş bir morina balığının üzerine bir mektup yazıp size vereceğim, çünkü kâğıdım yok; mektubu orada oturan Finlandiyalı kadına götürürsünüz, o size benden daha iyi bilgi verir!”
Gerda karnını doyurup ısınırken kadın kurutulmuş balığın üzerine birkaç kelime yazdı, Gerda’ya mektubu iyi saklamasını tembih etti, sonra onu tekrar geyiğin üzerine bağladı ve geyik yeniden uçarcasına yola koyuldu. Gökyüzü kıvılcımlar saçıyor ve büyüleyici güzellikteki mavi kutup ışıkları geceyi pırıl pırıl aydınlatıyordu. Sonunda Gerda ile Ren geyiği Finlandiya’ya vardılar ve Finlandiyalı kadının yeraltında bulunan evinin bacasını tıklattılar, çünkü bu evin kapısı yoktu.
Evin içi cehennem gibi sıcaktı, bu yüzden Finli kadın içerde çıplak oturuyordu. Kadının boyu kısacıktı, üstelik de bedeni pislik içindeydi. Hemen Gerda’nın giysilerini soydu, çizmeleriyle eldivenlerini çıkardı, yoksa kızcağızın içerdeki sıcağa dayanması olanaksızdı. Sıcaktan hasta olmasın diye Ren geyiğinin başına da bir buz parçası koyduktan sonra, morina balığının üzerinde yazanları okudu; üç kez okuyup yazılanları ezberledikten sonra da balığı çorba tenceresinin içine attı, çünkü bu yenebilecek bir şeydi ve ziyan edilmemeliydi.
Ren geyiği önce kendi öyküsünü, sonra da Gerda’nın başına gelenleri anlattı; Finli kadın zeki gözlerini kırparak dinledi ama tek kelime bile söylemedi.
“Sen çok akıllı bir kadınsın,” dedi Ren geyiği, “bir parça iplikle dünyanın bütün rüzgârlarını birbirine bağlayabildiğini biliyorum. Eğer bir gemici birinci düğümü çözerse tatlı bir rüzgâr eser, ikinciyi çözerse daha güçlü bir rüzgâr, üçüncü ve dördüncü çözülürse ormanları yerle bir edecek şiddette bir fırtına çıkar. Gerda’ya on iki erkeğin gücünü verebilecek bir iksir hazırlayıp karlar kraliçesini yenmesini de sağlayabilir misin peki?”
“On iki erkeğin gücü ha!” dedi Finli kadın. “Evet, bu işe yarayacaktır.” Sonra yatağının yanına gitti, rulo haline getirilmiş büyük bir deri parçası çıkarıp ruloyu açtı. Derinin üzerinde birtakım sihirli yazılar vardı; Finli kadın bunları okumaya başladı, okurken öyle zorlanıyordu ki, yüzünden terler süzülüyordu.
Ren geyiği Gerda’ya yardım etmesi için kadına öyle yalvarıp yakarıyor, Gerda acı dolu, yaşlı gözlerle öyle bir bakıyordu ki, kadın gözlerini kırpıştırıp okumaya devam ediyordu. Sonra ren geyiğini bir köşeye çekti, başına tekrar bir parça buz koyarken de kulağına fısıldadı: “Küçük Kay gerçekten de karlar kraliçesinin yanında; oradaki her şeyi çok seviyor ve zevkine uygun buluyor, Kay’a göre orası dünyadaki en güzel yer. Ama kalbine bir ayna kırığı saplandığı, gözüne de bir toz kadar bir ayna parçası kaçtığı için böyle düşünüyor. Bu camlar çıkarılmazsa, bir daha asla eskisi gibi bir insan olamayacak ve karlar kraliçesinin etkisinden kurtulamayacak.”
“Peki sen Gerda’ya bu güce karşı koyacak bir şey veremez misin?”
“Ben ona sahip olduğu güçten daha fazlasını veremem!” dedi kadın. “Onun zaten ne kadar güçlü olduğunu görmüyor musun? Yalın ayak başı kabak yollara düşmüş ve insanlar da hayvanlar da ona nasıl hizmet ediyor, görmüyor musun? Onun bizden güç almaya ihtiyacı yok. Onun gücü yüreğinde, masum ve iyi kalpli bir çocuk olmasında yatıyor. Eğer o kendi kendine karlar kraliçesinin sarayına girip Kay’ı o ayna parçalarından kurtaramazsa, bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Buradan birkaç kilometre ilerde karlar kraliçesinin arazisi başlar; senin yapabileceğin tek şey Gerda’yı oraya götürmek; onu kırmızı meyveleri olan karlarla kaplı çalılığın yanında bırak. Yolda durup da kimseyle gevezelik etme, mümkün olduğu kadar hızla geri dönmeye bak!” Finli kadın bunları söyledikten sonra Gerda’yı geyiğin sırtına bindirdi ve hayvan ok gibi fırlayıp yola koyuldu.
“Ah, muflonlu çizmelerimi almadım! Eldivenlerimi de!” diye bağırdı dondurucu soğuğu hisseden Gerda. Ama Ren geyiği durmaya yanaşmadı. O kırmızı meyveli çalılığa varana kadar koşmaya devam etti. Gerda’yı burada bıraktı ve sıcak gözyaşları dökerek, küçük kızı öptü. Sonra geldiği gibi, rüzgâr hızıyla geri döndü. Zavallı Gerda ise ayakkabısız eldivensiz halde, bu korkunç, dondurucu soğuğun ortasında kalakaldı.
Elinden geldiği kadar hızlı koşarak ilerlemeye başladı. Sonra birdenbire karşısında, kar tanelerinden oluşmuş bir alay belirdi; ama bunlar berrak ve kutup ışıklarıyla pırıl pırıl aydınlanmış gökyüzünden dökülmüyorlar, yerin hemen üzerinde asker gibi ilerliyorlar ve yaklaştıkça da büyüyorlardı. Gerda’nın aklına büyüteçle baktıkları kar taneleri geldi; onlar ne kadar da iri ve güzeldi! Ama buradakiler acayip büyüklükte ve çok ürkütücü görünüyorlardı üstelik canlıydılar. Bunlar karlar kraliçesinin sınır muhafızlarıydı. Acayip şekilleri vardı: Bazıları kocaman iğrenç kirpilere benziyorlar, bazıları da birbirlerine dolanıp her yandan kafalarını dışarı uzatmış yılan yumaklarına, bazıları da tüyleri diken diken olmuş küçük şişko ayılara; ama hepsi de kar tanesiydi işte ve göz kamaştıracak kadar beyaz, bembeyazdılar.
Gerda dua etmeye başladı. Soğuk öyle şiddetliydi ki, ağzından buhar halinde çıkan nefesini görebiliyordu. Buhar gittikçe yoğunlaştı, yoğunlaştı ve küçük meleklere dönüşmeye başladı; melekler yere değer değmez büyüyüp kocaman oluyorlardı. Hepsinin başında miğferler, ellerinde mızraklar ve kalkanlar vardı. Meleklerin sayısı arttıkça arttı, arttıkça arttı, sonunda koca bir ordu haline geldiler. Mızraklarıyla korkunç kar tanelerine saldırdılar, hepsini parça parça edip dağıttılar; böylece tehlike atlatıldı ve Gerda cesaretini toplayıp yeniden ilerlemeye başladı. Melekler Gerda’nın ellerini ve ayaklarını okşuyorlar, böylece küçük kız soğuğu daha az hissederek karlar kraliçesinin sarayına doğru hızla ilerliyordu.
Ama biz şimdi, Kay’ın ne halde olduğuna bir bakalım: Kay, küçük Gerda’yı ve onun sarayın neredeyse kapısında olduğunu, aklının ucundan bile geçirmiyordu.

VII
Karlar Kraliçesinin Sarayında ve
Sonrasında Olup Bitenler…
Sarayın duvarları rüzgârın getirip yığdığı karlardan yapılmıştı ve bıçak gibi keskin rüzgâr karı oyarak pencerelerle kapılar açmıştı. Sarayın içinde, karların yığılmasıyla oluşmuş yüzden fazla salon peş peşe sıralanıyordu; salonlardan en büyüğü kilometrelerce uzunluktaydı. Bütün salonlar kutup ışıklarıyla aydınlanıyordu; hepsi kocaman, ıssız, buz gibi soğuktu ve göz kamaştırıcı bir şekilde parlıyordu. Bu sarayda hiçbir zaman bir şenlik düzenlenmemiş, kutup ayılarının davet edildiği küçük bir balo bile verilmemişti. Oysa böyle bir balo düzenlense fırtınanın sesi orkestra yerine geçer ve kutup ayıları da arka ayaklarının üzerine kalkıp yürüyerek gelir ve ne kadar görgülü olduklarını gösterebilirlerdi. Bu saraya genç beyaz tilki hanımların gelip dedikodu yaptığı, çay-kahve içip sohbet ettiği de görülmemişti hiç; karlar kraliçesinin salonlarında her yer bomboş, geniş ve soğuktu. Kutup ışıkları öylesine düzenli yanıp sönüyordu ki, insan ne zaman en parlak, ne zaman en hafif halini alabileceğini hiç şaşmadan hesaplayabilirdi. Bu bomboş ve sonsuz salonların ortasında donmuş bir göl vardı. Buz yarılarak binlerce parçaya bölünmüştü ama her bir parça birbirinin tıpatıp aynısı idi; öyle ki göl muhteşem bir sanat eseri gibi görünüyordu. Karlar kraliçesi sarayında bulunduğu zamanlarda, “aklın aynası” diye adlandırdığı ve dünyadaki en güzel göl olduğunu söylediği bu buz gölünün tam ortasında otururdu.
Küçük Kay soğuktan morarmış, âdeta kapkara olmuştu; ama bunun farkında bile değildi, çünkü karlar kraliçesi öpücüğüyle onu üşüme duygusundan kurtarmıştı ve kalbi de bir buz parçasına dönüşmüştü. Kay, bir yapbozu birleştirir gibi yan yana dizdiği birtakım düz yüzeyli ve keskin buz parçalarını oradan oraya taşıyor ve bunlardan bir şekil oluşturmaya çalışıyordu. Bu tam bir yapboz oyununa benziyor ve “aklın buzla oyunu” diye adlandırılıyordu. Yaptığı şekiller Kay’a dünyanın en harika şeyi gibi görünüyordu; buna neden olan şey ise, gözüne batmış olan cam parçasıydı. Yaptığı şekillerle sözcükler oluşturuyordu; ama asıl yapmak istediği “sonsuzluk” sözcüğünü bir türlü beceremiyordu. Karlar kraliçesi ona demişti ki: “Eğer bu sözcüğü oluşturabilirsen, kendi kendinin efendisi olacaksın; o zaman ben de sana bütün dünyayı vereceğim, ayrıca da bir çift yepyeni paten hediye edeceğim.” Ama Kay, “sonsuzluk” sözcüğünü yazmayı bir türlü başaramıyordu.
“Ben sıcak ülkeleri bir dolaşayım bakayım,” dedi karlar kraliçesi, “gidip kara kazanlarıma göz atmak istiyorum!” “Kara kazanlarım” dediği Etna* ve Vezüv* yanardağlarıydı. “Onları birazcık beyazlatacağım! Limonların ve üzümlerin iyi yetişmesi için bu gerekli!” Karlar kraliçesi bu sözleri söyledikten sonra uçup gitti ve Kay o kilometrelerce uzunluktaki ıpıssız buzdan salonların ortasında tek başına kaldı. Buz parçalarına baktı baktı, beyni çatlayacak gibi olana kadar düşündü de düşündü. Hiç kıpırdamadan ve çıt çıkarmadan öylece oturuyordu; onun bu halini biri görse, öylece donduğunu sanabilirdi.
O sırada Gerda sarayın ana kapısından içeri girdi; bıçak gibi keskin rüzgâr yolunu kesiyordu ama Gerda içinden dua etmeye başlayınca, rüzgâr uykuya dalmış gibi birden kesiliverdi. Gerda kocaman, bomboş, buz gibi soğuk salonlara daldı –ve birden Kay’ı gördü. Kanatlanmış gibi koşup Kay’ın boynuna atıldı, ona sıkıca sarıldı ve “Kay! Canım benim!” diye bağırdı. “Nihayet buldum seni!”
Ama Kay tek kelime etmeden, kıpırdamadan ve buz gibi soğuk, öylece duruyordu; onu böyle gören Gerda’nın gözlerinden sıcak gözyaşları boşandı, bu gözyaşları Kay’ın göğsüne damladı, sonra kalbine sızarak oradaki buz parçasını eritti ve küçük ayna kırığını da parçaladı. Kay Gerda’ya baktı; Gerda Kay’a, eski şarkılarını söylemeye başladı.
Bunun üzerine Kay gözyaşlarına boğuldu. Öyle çok ağladı ki, gözüne batmış olan ayna parçası da gözyaşlarıyla birlikte akıp gitti, Kay o anda Gerda’yı tanıdı ve sevinçle bağırdı: “Gerda, benim sevgili Gerda’cığım! Nerelerdeydin bunca zamandır? Peki ben neredeydim?” Etrafına bakındı: “Burası ne kadar da soğuk böyle!” dedi. “Ne kadar ıssız ve ürkütücü!”
Gerda’ya sokuldu, Gerda sevinçten hem ağlayıp hem gülmeye başladı. Her şey öyle güzeldi ki, buz parçaları bile sevinçle çocukların etrafında dans etmeye başladılar ve yoruldukları zaman, karlar kraliçesinin, yazmayı başardığında Kay’a kendi kendinin efendisi olma özgürlüğünü, bütün dünyayı ve bir çift yeni paten vermeyi vaat ettiği “sonsuzluk” sözcüğünü kendiliklerinden yazdılar.
Gerda, Kay’ı yanaklarından öptü ve Kay’ın yanaklarında güller açtı; sonra gözlerinden öptü ve Kay’ın gözleri eskisi gibi parlamaya başladı; ellerini, ayaklarını öptü, Kay yeniden kanlı canlı bir çocuk oldu. Sonra karlar kraliçesi saraya döndü ve Kay’ın artık özgür olduğunu bildiren, buzdan harflerle yazılmış belgeyi verdi.
Çocuklar el ele tutuşarak o koca saraydan çıktılar. Büyükannelerinden ve dam üstünde yetiştirdikleri güllerden söz etmeye başladılar; geçtikleri her yerde rüzgârlar diniyor, güneş açıyordu. Üstü kırmızı meyvelerle dolu çalılığa vardıklarında, Ren geyiğini kendilerini beklerken buldular; yanında, memeleri sütle dolu genç bir dişi daha vardı. Dişi geyik çocuklara sıcak sütünden içirdi ve onları sevgiyle öptü. Ardından geyikler Kay ile Gerda’yı önce Finli kadının kulübesine götürdüler; çocuklar orada iyice ısındılar ve evlerine geri dönebileceklerini öğrendiler; sonra onlara yeni elbiseler dikmiş ve kızaklarını hazırlamış olan Laponyalı kadına gittiler.
Geyikler hoplaya zıplaya, ülkenin sınırına kadar onlara eşlik ettiler; ilk yeşillik, sınırda karşılarına çıktı. Çocuklar sınırda Ren geyiğiyle ve Laponyalı kadınla vedalaştılar, birbirlerine iyi dileklerde bulundular. İlk kez küçük kuşların cıvıltısını duydular, ormandaki ilk yeşil tomurcukları gördüler… Tam o anda ormandan, Gerda’nın önceden tanıdığı muhteşem bir küheylan çıkageldi. Bu, daha önce bindiği altın arabaya koşulmuş olan attı. Atın üzerinde kırmızı başlık giymiş bir genç kız vardı ve eyerinde de tabancalar görülüyordu. Bu, yaşadığı hayattan artık bıkmış olan küçük haydut kızdı; kuzeye doğru gidiyordu ve oraları hoşuna gitmezse, dünyanın geri kalanını dolaşmayı kafasına koymuştu. Haydut kız Gerda’yı hemen tanıdı, Gerda da onu… İkisi de, birbirlerini gördüklerine çok sevinmişlerdi.
“Hey, delikanlı!” dedi haydut kız Kay’a. “Peşinden dünyanın öbür ucuna kadar gitmeye değecek biri misin, merak ediyorum doğrusu!”
Ama Gerda haydut kızın yanaklarını okşayıp lafı değiştirerek prens ile prensesin nasıl olduklarını sordu.
“Yabancı ülkelere bir seyahate çıktılar,” dedi haydut kız.
“Peki ya kuzgunlar?” diye sordu küçük Gerda.
“Ah, orman kuzgunu öldü,” diye cevap verdi haydut kız, “Evcil nişanlısı ise dul kaldı, yas tutuyor! Sızlanıp duruyor, ama bana sorarsan bu sızlanmalar boş gevezelikten başka bir şey değil!... Neyse, sen şimdi bunları bırak da, bana başından geçenleri ve Kay’ı nasıl bulduğunu anlat!”
Gerda ile Kay, bütün olup bitenleri anlattılar.
“Demek böyle…” dedi haydut kız. Her ikisinin de ellerini tutarak, eğer bir gün oturdukları şehre yolu düşerse, mutlaka uğrayacağına dair söz verdi ve sonra, dünyayı dolaşmak üzere tekrar yola koyuldu. Kay ile Gerda, el ele yürümeye devam ettiler; onlar ilerledikçe, ilkbahar da çiçekleri ve yeşillikleriyle kendini gösteriyordu. Sonunda çan sesleri duydular ve durup bakınca, doğup büyüdükleri büyük şehrin yüksek kulelerini hemen tanıdılar. Şehre girdiler ve büyükannenin evine gittiler, merdivenleri tırmanıp, her şeyi aynen eskisi gibi buldukları odaya girdiler. Saat, “Tik, tak!” dedi ve akreple yelkovan ilerledi. Ama kapıdan girer girmez, artık birer yetişkin olduklarını fark ettiler. Damın üzerindeki gül fidanları açık pencerenin önünde kocaman açmışlardı, çocukken oturdukları küçücük sandalyeleri de oradaydı. Kay ile Gerda eskisi gibi el ele tutuşup sandalyelere oturdular; karlar kraliçesinin o soğuk, ıpıssız ihtişamını, bir kâbusmuş gibi unutup gittiler. Büyükanne Tanrı’nın o parlak ışığında oturmuş yüksek sesle İncil okuyordu: “Eğer çocuklar gibi masum olmazsanız, Tanrı’nın imparatorluğuna ulaşamazsınız!”
Kay ile Gerda birbirlerinin gözlerine bakarak orada öylece oturdular; artık birer yetişkindiler ama yürekleri bir çocuğunki gibi masum ve temizdi… Mevsimlerden yazdı, sıcacık, insana hayat veren bir yaz…

 

 

İstediğiniz Kitaplara Ulaşabilmek İçin

İletişim

masallar@parkecila.net